
İRAN DÜŞER Mİ?
İsrail’in 13 Haziran günü İran’a saldırmasıyla, sınır komşusu olmayan, kuş uçuşu 1.200 km mesafedeki iki ülke arasında uzun menzilli füzeler ve hava muharebe araçları ile girişilen savaşta, İsrail İran’ın nükleer tesislerini ve askeri alt yapısını hedef alırken, İran da İsrail’in Tel Aviv ve Hayfa gibi önemli şehirlerinde kritik hedeflere saldırdı.
Son olarak, İran’ın Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerine yaptığı saldırıyla Amerika’nın da dahil olmasıyla başka bir boyuta evrilen savaş, nihayet 12. günün sonunda varılan ateşkesle şimdilik durmuş ve küreselleşme tehlikesinden uzaklaşmış gözüküyor.
Elbette bunun bir barış değil, kırılgan bir ateşkes olduğunu belirtmek gerekiyor. İki ülkenin karşılıklı tacizlerinin bir süre daha devam edeceğini öngörmek yanlış olmayacaktır.
İsrail saldırının gerekçesini İran’ın nükleer silah yapma kapasitesine ulaşmak üzere olduğu ve bunun balistik füzelerle birlikte İsrail’in güvenliğine karşı oluşturacağı tehdidi yok etmek olarak açıklıyor.
İran’ın gerçekten nükleer silah yapmaya çok yaklaştığına dair dünyanın kabul edebileceği tatmin edici kanıtlar bulunmamakla birlikte, İsrail’in hiçbir uluslararası denetime tabi olmaksızın yıllardır nükleer silahlara sahip iken aynı hakkı İran’da görmemesi ciddi bir tartışma konusu.
Öte yandan, dünyada nükleer silahların kontrolü açısından en önemli anlaşma olan 1970 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT)’na 190 ülke devlet taraf olmuş ancak, nükleer silaha sahip Hindistan, İsrail, Pakistan antlaşmayı imzalamazken, Kuzey Kore ise 2003 yılında NPT'den çekilmiştir. Görüldüğü üzere, asıl uyması gereken nükleer güce sahip ülkelerin imzalamaması nedeniyle NPT işlevsizdir ve hali hazırda dünya, nükleer silah ve enerjinin tam kontrolünü sağlayacak gerçek bir mekanizmaya sahip değildir.
İran 1970’ten bu yana NPT’na taraftır. Ancak NPT’nin denetim kurumu olan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) İran’ın nükleer programı sürecinde yaptığı denetimlerde, NPT kapsamındaki güvenlik önlemleri yükümlülüklerini yerine getirmediğini bildirmiştir. Buna bağlı olarak Amerika liderliğindeki Batı ülkeleri, İran’a yıllarca ambargo uygulamıştır.
İsrail ise nükleer programı konusunda bugüne kadar ne bir denetim ne de bir yaptırım görmüştür. İsrail’in nükleer kapasitesi halen gizliliğini korumakta ve ülke bu konuda dünyaya açıklama yapmaya yanaşmamaktadır.
2015 yılında, İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi (Çin, Fransa, Rusya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri) ve Almanya'dan oluşan P5+1 ülkeleri arasında, nükleer programda önemli kısıtlamalar ve faaliyetlerin IAEA tarafından daha fazla denetimi ve doğrulaması karşılığında İran'a uygulanan yaptırımları kaldıran Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) imzalandı.
Ancak 2018'de Başkan Trump, Amerika Birleşik Devletleri'ni JCPOA'dan çektiğini açıkladı ve İran'a yaptırımları yeniden uygulamaya koydu. Bu karar en çok da İsrail’i sevindirirken, Trump’ın bu kararı almasında Amerikan Yahudi lobisinin etkili olduğu aşikar.
Diyaloğa kapalı geçen yedi yılın ardından 2025’in Nisan ayında, İran’la Amerika arasında nükleer müzakereleri yeniden başladı. 3 tur yapılan görüşmelerde esasen ilerleme de kaydedildi ve diyaloğun sürdürülmesi kararlaştırıldı. Ta ki İsrail’in uzun menzilli füzeleri Tahran’ı vurana kadar. 4. tur görüşmelerine birkaç gün kala, İsrail’in 13 Haziran gecesi, İran’a gerçekleştirdiği saldırı, Amerika–İran nükleer müzakerelerine tam bir sabotaj olduğu gibi, Ortadoğu’nun kaderini yeniden şekillendirecek bir sürecin de başlangıcı mahiyetindedir.
İlginç olan şu ki kısa süreli sayılabilecek bu savaşın sonunda tüm taraflar, bir şekilde arzu ettiklerini almış görünüyorlar.
Nükleer silah geliştirme yolunda ulaştığı nokta ve sahip olduğu balistik füze kapasitesi nedeniyle İran’ı kendisine ciddi güvenlik tehdidi olarak gören İsrail, başlattığı saldırıyla, Amerika’yı da yanında yer almaya zorlayarak, İran’ın nükleer tesislerini ve askeri alt yapısı önemli ölçüde tahribata uğrattı. Bu yolla İran’ın yakın zamanda kendisi için bir güvenlik riski oluşturamayacağını öngörüyor.
Amerika başlangıçta ayak sürüse de, nokta atışıyla İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak, İsrail’i de tatmin edecek bir sonuçla, savaşın kısa sürmesini sağlayıp, İsrail’in daha ileri gitmesini ve savaşın bölgeye yayılmasını engelleyecek bir hamle yapmış oldu.
İran ise, savaşın en fazla zarar göreni olsa da, İsrail’in övünç ve kibir kaynağı demir kubbeyi füzelerle pek çok kere delmeyi ve İsrail’in enerji, ticaret ve askeri alt yapılarına ciddi zararlar vermeyi başarmakla kendini zafer kazanmış addediyor ve kendi mahallesine bunu bir başarı hikayesi olarak satmanın peşinde.
İSRAİL NE İSTİYOR?
1948’de Filistin topraklarında ilan edilen İsrail Devleti, varoluş şartını iki temel unsura dayandırdı; Güvenlik ve genişleme.
İsrail devleti kurulduğu günden bu yana, etrafındaki tüm halkları ve devletleri kendi güvenliğine bir tehdit olarak algılamış ve tehdidi fiile dönüşmeden, yerinde yok etme politikası izleyerek, tüm komşularına karşı saldırganlığı strateji haline getirmiştir.
Yine İsrail kuruluşundan bu yana, saldırgan ve yayılmacı politikasıyla, komşuları aleyhine sürekli sınırlarını genişletmiştir. Esasen bu yayılmacı politika, siyonizmin vaad edilmiş topraklar (arz-ı mevud) hayaline ulaşma çabasından başkası değildir.
İsrail’in tam güvenliğini sağlamak ve yayılmacılığının önündeki tüm engelleri kaldırmak üzere kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya liderleri deviren, rejimleri değiştiren Arap Baharının bugünkü eylem sahası İran’dır.
Kuruluşundan bu yana, Amerika ve Batıdan en kuvvetli desteği bulan İsrail, dört bir yana saldırarak, vahşi yayılmacılığında elini çabuk tutmaya çalışıyor. Aylardır Gazze’de soykırım yapan, kendince Hamas ve Lübnan Hizbullahı sorununu görece halleden İsrail, Lübnan ve Suriye’de işgale başladı.
Ulusalcı başkan Trump söylemlerinde, “Amerika bundan böyle kimse için yük yüklenmeyecek, kimse için zahmete katlanmayacak” dese de bunun tek istisnası İsrail’dir. Amerika’nın Ortadoğu politikasının temelini İsrail’in güvenliğini sağlamak oluşturur. Trump da bu konuda İsrail’e koşulsuz ve sınırsız desteğini defaatle açıklamış durumda.
Elbette bu durum, siyonist-evanjelist ideolojiye dayanıyor. Hararetli bir evanjelist olan Trump, Amerikan büyükelçiliğini İsrail’in başkenti ilan ettiği Kudüs’e taşırken ve Beyaz Saray’da ağırladığı eli kanlı Netenyahu’nun sandalyesini çekerken, evanjelistlerin siyonizm hizmetkarlığını sergiliyordu. Bugün dünyanın şahit olduğu şey, siyonistlerin Tanrıyı kıyamete zorlamak ve Mesih’in gelmesini sağlamak için dünya üzerinde sürekli karışıklık, savaş ve bozgunculuk çıkarmaları ve buna Amerikan evanjelizmini de sürüklemeleridir.
FAYDASIZ DOSTLUKTAN, KULLANIŞLI DÜŞMANLIĞA
Amerika 1979’da İran’da İslam Devrimi yapılmasını onaylarken, Humeyni’yle “anlaşmalı düşmanlık” üzerinde uzlaşmış ve bu, her iki taraf için de kullanışlı bir ilişki biçimini doğurmuştu. Böylece Amerika, Humeyni’yle giriştiği danışıklı dövüşle bölgede, Ortadoğu politikasında uzun yıllar işine yarayacak “kullanışlı bir düşman” ediniyordu.
Saldırılarda özellikle İran ve Amerikan taraflarının birbirlerine önceden haber vermeleri -ki Trump bunu açıkladı ve İran’a teşekkür etti- İran Amerika ilişkilerine ışık tutar nitelikte.
Müslüman dünyasında bölücü hizip olan İran, bu coğrafyada istikrarsızlaştırıcı rol oynamıştır. Rejim, halka saldığı “büyük şeytan” korkusuyla, fütursuz politikalarını rahatça yürütme imkanı bulurken, İsrail ve Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına zarar verecek bir eylemde bulunmayan İran, bu çıkarların gerçekleşmesinin önünü açmış, ortam hazırlamıştır. İsrail, İran rejimi sayesinde, “tehdit altındayım” algısını sürekli canlı tutmuş, başta Amerika olmak üzere müttefiklerinden sınırsız askeri ve ekonomik yardımları kesintisiz alabilmiştir. Bu algı sayesinde saldırgan, yayılmacı ve pervasız davranışlarına meşru zemin oluşturmaya çalışmıştır. İran, Amerika’nın bölgeye etkisi ve müdahalesi için her zaman sağlam bir gerekçe oluşturmuş ve “kullanışlı düşman” rolünü eksiksiz yerine getirmiştir.
Ancak bugün gelinen noktada, İran’ın sahnesi bitmiş, rolü sona ermiştir. İsrail’in en uygun koşulları yakaladığı bugün, saldırgan yayılmacılığı önünde İran’a yer yok.
Bununla birlikte, bölgedeki petrolün naklini ve fiyatını riske sokacağı, savaşın tüm bölgeye ve dünyaya yayılacağı endişesi ile Amerika’nın bölgedeki Arap müttefikleri İran’la girilecek bir savaşa karşı çıkıyorlar. Nitekim, İran’ın 2019 da Suudi Arabistan'ın milli petrol şirketi Saudi Aramco'ya ait tesisleri vurması ve Hürmüz Boğazını kapatma tehdidi bu endişeleri haklı çıkarıyor. Bu yüzden Trump, siyonist-evanjelist politikalarla, bölgedeki müttefikleri ve çıkarları arasında ince bir denge kurmak zorunda.
Bu nedenle, Amerika İran’a tam gaz saldırmak yerine sınırlı, iş görecek ama en az riski barındıracak, İsrail’i tatmin edecek ama müttefikleri incitmeyecek ölçüde bir operasyon gerçekleştiriyor.
İşte kısa süreli savaş, bu operasyonun “sert güç” içeren ilk ayağıydı.
KULLANIŞLI DÜŞMANLIKTAN, KULLANIŞLI DOSTLUĞA
İsrail sorunun kökten çözümü için Amerika’yı da İran’da rejim değişikliğine razı etmiş görünüyor. Molla rejimi yıkılarak, yerine seçimle iş başına gelen, batıyla uyumlu, en azından kavga etmeyen, rol de olsa İsrail’in yoluna çıkmayacak “dost” bir rejim hedefleniyor.
Bunun için “yumuşak güç” devreye sokuluyor. İran’da muhalefet destekleniyor ve fonlanıyor, bir yandan devrik Şah ailesinin mensupları harekete geçiriliyor.
İran’da etnik çatışma, rejim karşıtlığı, ekonomik ve sosyal sorunlar kaşınarak çıkarılacak karışıklılar, iç savaşa kadar uzanarak muhtemel bir bölünmeyi getirebilir. İran’daki çok parçalı etnik yapı kullanılarak, ülkenin Fars, Azeri ve Kürt bölgesi olmak üzere, üçe bölünmesi uzak ihtimal değil.
Hülasa, İran düşmese de rejimin düşmesi yakın ve kuvvetli ihtimaldir.
Toplam Okunma Sayısı : 242