SEZAİ KARAKOÇ VE ALİYA İZZETBEGOVİÇ’İN MEDENİYET DÜŞÜNCELERİNE MUKAYESELİ BİR YAKLAŞIM

SEZAİ KARAKOÇ VE ALİYA İZZETBEGOVİÇ’İN MEDENİYET DÜŞÜNCELERİNE MUKAYESELİ BİR YAKLAŞIM


Üzüntüyle ifade etmek isterim ki maalesef “kurucu düşünür”ü kalmayan bir ülkede yaşıyoruz artık. Eksikliğini derinden hissettiğimiz bu düşünürlerden birisi ülkemiz için Sezai Karakoç ise Balkanlardaki Türkiye diyebileceğimiz Bosna için Aliya İzzetbegoviç’ti. Şimdilerde düşünürlerimiz ya savunmacı kalıyor, ya eklektikler ya da yabancılaşmışlar, dışarıdan konuşuyorlar.

 

Medeniyet kavramı, Osmanlıca’da Fransızcada 18. Yy.da doğan “civilisation”a karşılık 19. Yy’da türetildiğinde aslında bir ayırımı ifade ederdi: Civilisation, Avrupa’da seçkin üst sınıfı cahil ve görgüsüz ayak takımına, dünyada Avrupa’yı geriye kalan vahşi ve geri coğrafyalara karşı üstünlük ifadesiydi. Medeniyet ise bedevilikten(köylülükten) mediniliğe (şehirliliğe geçiş) anlamını taşıyordu. Medeniyet kavramı Avrupa’da sosyo-ekonomik bakımdan sınıfçı bir üstünlüğü anlatırken Osmanlı’da şehirleşmeye dayalı kültürel ve teknolojik gelişme düzeyini anlatırdı. Bu, aynı coğrafyalarda halen böyledir.  İşte Osmanlı’yı aşağılayan, geri ve vahşi sayan bir anlam içeriği ile medeniyet kavramını kullanarak konuşan Batı’nın civilisation (medeniyet) söylemine karşı ilk sesini yükselten aydın Mehmet Akif Ersoy, ardından Necip Fazıl Kısakürek olmuştur.

 

Bu çizgiyi sürdüren üçüncü halka ise Sezai Karakoç’tur. O, Mehmet Akif’in Osmanlı, Ziya Gökalp’in Türk, Necip Fazıl’ın Doğu Medeniyeti dediği bu yerli medeniyetin adını “İslam Medeniyeti” şeklinde koymuştur. Zaman zaman buna “hakikat medeniyeti” de der. Kur’an’dan hareketle, bir doğu medeniyeti vardır der ki bu Pers ve doğusudur. Bir de Batı medeniyeti vardır der, onun da temsilcisi Bizans ve Batısıdır. İslam ise üçüncü ve evrensel medeniyettir.

 

O, medeniyeti insan hayatını kuşatan bir kavram olarak görür.  Medeniyetin iki yönü vardır: Bunlardan ilki medeniyet kavramının evrensel yönüdür. Bu yönüyle medeniyet tüm insanlığa hitap eder; Hz. Adem’den beri gelişip gelmekte olan tek medeniyettir ve tarihi bir olgudur. Medeniyetin ikinci boyutu ise, “manevî-ahlâkî, metafizik ve kültürel isteklerini de karşılamak amacını taşır.” Karakoç aslında “Medeniyet” derken bir “medeniyet ideali”nden söz eder. Bu ideali ararken insanlığın ulaştığı gerçekleşen medeniyetler bir merhaleyi ifade eden “reel medeniyetlerdir.” Yani medeniyet tamamlanmamış ve tamamlanamayacak olan bir gelişme idealidir. Her medeniyet ise ona göre bir kültürle birlikte var olur.

 

Aliya İzzetbegoviç de Doğu ve Batı Medeniyeti söylemini benimsemekle birlikte ikisini de eleştirir ve insanlığın mutluluğunu sağlayacak üçüncü çözümde Sezai Karakoç’la buluşur: Bu, İslam Medeniyeti’dir.  Sezai Karakoç’da Ortadoğu’nun özel bir anlamı vardır. Tek tanrı inancının doğduğu merkez medeniyetin de merkezidir. İzzetbegoviç ise Ortadoğu’ya coğrafi olarak özel bir anlam atfetmeden İslam medeniyeti tarihini tevhit inancı eksenli ele alır ve insanlığa kültürel katkısının değerine vurgu yapar.

 

O da medeniyet kavramını ilk insandan itibaren başlatır. Ancak Sezai Karakoç’un hareket noktası olan “toplumsal” olandan ayrılarak  “birey” temelinden yola çıkar. Bireyin eşyayla ilişkisinde medeniyetin başladığını söyler ve bunu “alet” ve “kült” kavramlarına dayar. Bireyde başlayan bu alet gelişerek teknoloji olacak, bu ise medeniyet demek olacaktır. Kült ise gelişerek kültür olacaktır. Bir taşı ele alalım. Bunu bir avı vurmak için kullanmak onu alet yapar ve medeniyet doğar. Bu taşı dikip kutsal bir anlam yüklediğinizde ise bu, taşı kült yapar ve bundan kültür doğar. Bu ikili açıklama biçimi ile de Karakoç ve İzzetbegoviç’in farklı hareket noktalarından çıkıp aynı düzleme ulaştıklarını görüyoruz: Birisi fiziki, biyolojik yöne diğeri ahlaki, metafizik yöne bakan iki yüzüyle medeniyeti tanımlamaktadırlar.

 

Kültür ve medeniyet tanımlarında bir farklılaşma görüyoruz: Karakoç kültürü medeniyetin(teknolojinin) beslendiği bir metafizik paydaş olarak görür. Her medeniyet kendi kültürünü üretir. İzzetbegoviç ise kültürün “semadaki prolog”dan kaynaklandığını ve kültürün bir manevi, felsefi, sanatsal ve ruhi bir gelişim anlamına geldiğini savunur. Her medeniyetin kültür üretemediğini söyler. Örneğin Roma kültür üretememiş bir ileri medeniyettir. Slav ve Cermenlerse kültürü geliştirmiş, medeniyetleri geride kalmış toplumlardır. Her medeniyetin kendi kültürüyle geliştiği düşüncesi İzzetbegoviç’e göre doğru değildir. Bedenen gelişip ruhen ve fikren gelişemeyen insanların olması gibi bir durumdur bu.

 

Aliya İslam tarihinde iki büyük medeniyet hamlesi görür. Bunlardan ilki Hz. Muhammed’den sonraki 100 yıl içinde Bir ucu Çin’de diğeri Paris’te olan ve dinamiğini sahabelerin oluşturduğu hamledir. İkincisi ise Türklerin eliyle Doğu Roma’nın yıkıldığı ve Viyana önlerine kadar uzanan Orta ve Yeni çağ liderliğidir. Ardından İslam medeniyeti öyle bir geri çekiliş yaşamıştır ki bu dönemdeki alçalışı doğduğundan bu yana yaşamamıştır. Şimdi üçüncü medeniyet hamlesi gereklidir. İşte, Aliya’nın deyişiyle, temelleri devamlı hareket ve inşa faaliyetlerinde bulunmak olan ve o zamana kadarkilerin hiçbirine benzemeyen yeni bir medeniyet hamlesine ihtiyaç vardır.  Bu fikir Karakoç’ta İzzetbegoviç gibi Peygamberler tarihi ile başlanarak açıklandıktan diriliş hamlesi kavramına dönüşür. Bu Diriliş Nesli tarafından gerçekleştirilecektir.

 

Her iki düşünür de Doğu ve Batı’yı bir coğrafi sınırla değil değerler sistemi ile ayrıştırır ve İslam’ı ikisinin ortasına, doğru yol olarak yerleştirir. Her ikisi için de Ortadoğu’da olsa da İsrail Batı Medeniyetinin bir parçasıdır. Bir farkla ki Karakoç’a göre Batı medeniyeti çökmektedir ve İslam medeniyeti Anadolu Medeniyetinin de katkısıyla Asya ve Afrika’dan ayağa kalkacaktır. İzzetbegoviç ise Batı medeniyetinin çökmekte olduğu fikrine katılmaz. Kültürel bakımdan bütün sorunlu haline rağmen medeniyeti son derece sağlam durumdadır. İslam coğrafyası ise hem kültürel hem de medeniyet bakımından son derece geri durumdadır. Her iki düşünür de Batı medeniyetinin aklı/ teknolojiyi insanı ihmal eder düzeyde putlaştırdığını düşünür. Ve yine her iki düşünür de Batı’nın grek-roma eksenli medeni gelişimi içinde Hristiyanlığın eridiğini söyler. Doğu’nun manevi cephesinin Batının maddi yönünün öne çıktığını vurgular her ikisi de. Doğu yavaştır, süreci önemser,  Batı ise hızlıdır, sonuca odaklanır. Doğu mistiktir, Batı çıkarcıdır. Her ikisi de sorunludur. İslam ise bunların dengeli bir terkibi olarak yegane mutluluk yolu ve insanlığın alternatifidir. İslam medeniyetinin özü de tevhittir. Bu konuda her iki düşünür aynı yaklaşımı taşırlar.

 

İki düşünür de medeni ve kültürel ilerlemenin ve değişimin dinamiğinin aydınlar olduğunda hemfikirdir. O nedenle aydın kadroların yetişmesi bir medeniyetin doğmasının temel harcını bulmak demektir. Bu aydın hareketi önce manevi- ahlaki cephede sağlamlaşmış insanlara dayanmalıdır. İzzetbegoviç’in “hedefimiz: Müslümanların İslamlaşması; sloganımız: İnanmak ve mücadele etmek” şeklinde formüle ettiği medeniyet hamlesi, Karakoç için de geçerlidir. İzzetbegoviç “fasık şehri fazıl şehre çevirecek olan şeyin imanlı insan olduğu” fikri değişik bir açıklamayla Karakoç’ta da mevcuttur. Ancak Karakoç’ta bu imanlı insanın tasavvufi bir mayası vardır fakat İzzetbegoviç’te bu yoktur; tasavvuf yollarının kolonizatör Türk dervişlerinin medeniyet kuran büyük hizmetlerinden sonra artık tarihi işlevini kaybettiği düşüncesindedir.

 

Buraya kadar insana dayanması, aydın grubun liderliği ve iman ve ahlak eksenli olması konularında hemen hemen aynı olan iki düşünür arasında medeniyeti kuracak hareket metodunda yol ayrımı başlamaktadır. Karakoç, kesin inançlı ve keskin görüşlü aydın kadroların legal ve disiplinli hareketiyle İslam dirilişinin gerçekleşeceğini söyler. İzzetbegoviç ise eğitimin eleştirel düşünceye dayanmasıyla başlayacak bir yeniden Müslüman olma sürecinin medeni ilerlemeye yol açacağını düşünür. Medeniyet örgütlü bir grubun çabası ile değil, kitle çapında bireysel uyanışların asimetrik çabasıyla gelişir. Devlete yönelik (siyasi) çabalar örgütlü olabilir ve olmalıdır da. Yöntem konusunda Karakoç disiplinerdir. İzzetbegoviç ise liberal durmaktadır.

 

Her iki düşünür de Türkiye’yi yeni medeniyet uyanışında bir ümit olarak görmektedirler. Karakoç daha Ortadoğu eksenli, İzzetbegoviç daha Balkan eksenli baksa da sonuç değişmemektedir. Ancak Türkiye’nin köklerinden koptuğu devrimler ve siyasi çizgisi konusunda her iki düşünür de eleştirel yaklaşmaktadır. Aydın halk yabancılaşması da her iki düşünürün Türkiye için dile getirdiği sorunlu gelişmelerdir. Aydınlardaki batı karşısında aşağılık kompleksi taşıyan duruş her iki düşünürün de buluştuğu bir başka eleştiri noktasıdır.

Karakoç bir medeniyeti benimserken kültürüne de tabi olunmaktadır. İzzetbegoviç ise kültürünü kendi üretip medeniyetten yararlanmak mümkündür. Karakoç Batı kültür ve medeniyetine dahil olmaya karşı direniş çağrısı yapar. İzzetbegoviç için büyük direniş noktası Batının kültürüne karşı olmalıdır. Medeniyete faydacı gözle bakmaktadır.

 

Son olarak her iki düşünürün de yeni medeniyeti doğuracak nesilden beklediği ortak özelliği vurgulamalıyız: Her ikisi de imanlı, ahlaklı, şuurlu nesilleri hareket noktası olarak gösterir. Ancak medeniyeti doğurmanın iki temel unsuru daha vardır: Birincisi çok çalışmak diğeri de cesur olmak. Cesur temsilcileri olmazsa İslam medeniyeti asla doğamayacaktır. 

Toplam Okunma Sayısı : 463