TARİHTEN BUGÜNE FİLİSTİN SORUNU VE SİYONİZM

TARİHTEN BUGÜNE FİLİSTİN SORUNU VE SİYONİZM

KONU BAŞLIKLARI

GİRİŞ

1. BÖLÜM

FİLİSTİN SORUNU VE SİYONİZM

1.1. FİLİSTİNLİLER VE İSRAİLLİLER KİMDİR?

1.2. TARİHTE FİLİSTİNLİLERİN VE İSRAİLOĞULLARI’NIN YAŞADIĞI TOPRAKLAR
1.2.1. Amalek (Amalika) Kavmi
1.2.2. Filistinliler
1.2.3. İsrailoğulları

1.3. İLK KAN, SONSUZ KİN


1.4. BEREKETLİ HİLAL Mİ, BEREKET DAİRESİ Mİ?

1.4.1. Bölgenin İnsanlık İçin Önemi

1.5. ORTADOĞUNUN ATEŞ ÇEMBERİ - VAADEDİLMİŞ TOPRAKLAR KANDIRMACASI
1.5.1. Büyük İsrail Hayali

1.6. YERYÜZÜNÜN İFSADI SİYONİZM
1.6.1. Hedefteki Osmanlı
1.6.2. Yahudilerin Dini Tahrifi
1.6.3. Din Beşeri Olursa
1.6.4. Siyonizmin Hedefleri
1.6.4.1. Yahudilerin Siyon’a Dönüşünün Sağlanması
1.6.4.1.1. Siyonizmin Sıçrama Tahtası Balfour Deklarasyonu
1.6.4.1.2. Amerika Diyet Mi Ödüyor?
1.6.4.2. Siyon Merkezli Yahudi Devletinin Kurulması
1.6.4.3. Vaadedilmiş Toprakların Ele Geçirilmesi
1.6.4.3.1. Adım Adım Filistin’in İşgali
1.6.4.4. Mesih’in Gelmesi İçin Savaşlar Çıkarılması,
1.6.4.4.1 Yahudilikte Mesih İnancı
1.6.4.5. Mesih’in Gelmesi ve Süleyman Mabedini Yapması,
1.6.4.5.1. Yahudilikte Süleyman Mabedi
1.6.4.5.2. Siyonizmin Mabed Rüyası
1.6.4.6 Mesih’in Büyük Savaşta, İnanmayanları (Yahudi Olmayanları) Öldürmesi,
1.6.4.6.1. Üç Dinde “Büyük Savaş”
1.6.4.6.2. Yaşatmayan, Öldüren Din Hayali
1.6.4.7. Mesih’in Dünyada Tüm İnsanlığın Üzerine Yahudileri Hakim Kılması,
1.6.4.8. Bu Düzende Bin Yıllık Dönemin Yaşanması

1.7. YAHUDİLERİN SADIK HİZMETKÂRLARI EVANGELİSTLER
1.7.1. Tanrıyı Kıyamete Zorlamak
1.7.2. Evanjelistlerin Amerikan Dış Politikası Üzerindeki Etkileri

2. BÖLÜM 

FİLİSTİN-İSRAİL ÇATIŞMASININ BÖLGEYE VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ

2.1. BÖLGEYİ NE BEKLİYOR?
2.2. DOĞU AKDENİZDE SULAR ISINDI
2.2.1. Devletlerin Doğu Akdeniz’deki Askeri Varlığı
2.2.2. Doğu Akdeniz’deki Enerji Rezervleri
2.2.3. Yetki Alanlarında Anlaşmazlıklar
2.3. TÜRKİYE İÇİN ASIL MESELE
2.4. BÖLGE BÜYÜK İSRAİL İÇİN HAZIRLANIYOR
2.4.1. İsrail Durmayacak
2.4.2. Amerika’nın Planı Ne?
2.5. AMERİKA VE BATILI ORTAKLAR RAHATSIZ
2.6. TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN YAKIN TEHLİKE
2.6.1. Ekonomiye Müdahale
2.6.2. Ambargo
2.6.3. Siyasete-Yönetime Müdahale
2.6.4. NATO’dan Çıkarma
2.6.4.1. Türkiye NATO’dan Çıkarılabilir Mi?
2.6.5. Askeri Müdahale
2.7. TERÖR DEVLETİ Mİ KURULUYOR?
2.8. TÜRKİYE NE YAPMALI?
2.9. SON SÖZ 


GİRİŞ 

Habil’in kurbanı kabul edilip, kendi sunduğu kurban Rabbi tarafından reddedilince Kabil, öfkeden gözü dönmüş halde kardeşinin canını almaya geldiğinde Habil ona, "Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." (Maide/28) demişti.

Ve Kabil, Habil’in kanını döktü.

İsrailoğulları, yıllardır kan döküp, can alıyorlar Kabil’cesine,

Ve karşılarında Filistinliler mütevekkil…

Sözleri sadece, “Hasbünallah ve ni’mel vekil”,

Habil misali…

 

_______________***_______________

 

İsrail’in yıllardır süren insanlık dışı baskı ve zulümlerine karşı Filistinlilerin (Hamas değil) başlattığı haklı direnişle birlikte, İsrail Devleti soykırıma varan bir katliam başlattı. Dört aydan kısa bir sürede İsrail, 25 bin Filistinliyi katletti. Bunların yarıdan fazlası kadın ve çocuk. Enkaz altındakilerin sayısı bilinmiyor, yaralıların sayısı ise kat be kat fazla. Yaşanan çatışma (savaş değil) ve İsrail’in her türlü insanlıktan yoksun bu katliamı, tüm dünyada gözleri, Filistin-İsrail sorununa ve bölgeye çevirdi.

Peki gerçekte tüm bu yaşananlar ne manaya geliyor?

Bu sadece bir Filistin-İsrail çatışması mı?

Tüm bu çatışmanın sebebi toprağa sahip olmak mı, yoksa gerçekte bambaşka sebepleri mi var?

İsrail’in başlattığı askeri harekat bölgeye yayılır mı, böylesi bir durum bölgeyi, dünyayı ve özelde Türkiye’yi nasıl etkiler?

Bu incelemede, tüm bu soruların cevaplarını arayacağız.

 

 

1. BÖLÜM

 

1.1. FİLİSTİNLİLER VE İSRAİLLİLER KİMDİR?

Kuran bize insanlığın, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’le (M.Ö. 5.600-4.650) başladığını ve Hz. Adem’in tüm insanlığın ilk atası olduğunu haber veriyor.

“Allah, sizi başlangıçta tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle ünsiyet edip gönül huzuru bulacağı eşini de aynı cins ve mâhiyetten var etti.” (A'râf/189)

Büyük tufanla insanlığın yok olduğunu ve sonrasında Hz. Nuh’la (M.Ö. 3.950-3.000) yaşam ve medeniyetin tekrar başladığını yine Kuran’dan öğreniyoruz. Böylelikle Hz. Nuh peygamber insanlığın ikinci büyük atası olmuştur.

“Fakat biz Nûh’u ve gemide bulunanları kurtardık. O gemiyi de, o hâdiseyi de arkadan gelecek bütün insanlar için bir ibret kıldık.” (Ankebût/15)

Yine Kuran’da Allah’ın dostu (Halilullah) şeklinde zikredilen ve ismi kavimlerin (milletlerin) babası anlamına gelen Hz. İbrahim (Abraham) (M.Ö. 2.200-2.000) de Hz. Nuh’un onuncu nesil torunu ve insanlığın üçüncü büyük atasıdır. O’nun zürriyetinden pek çok kavim (millet) zuhur etmiştir.

 “Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.” (Al-i İmran/33-34)

Hz. İbrahim’in iki oğlundan Hacer’den olma büyük oğlu Hz. İsmail, Sare’den olma küçük oğlu Hz. İshak’tır. Hz. İbrahim ailesiyle Şekem (Bugün Batı Şeria’da Nablus şehri)’de yaşarken İshak’ın doğumundan sonra, Hz. İbrahim Allah’ın emri üzerine, 14 yaşındaki İsmail ve annesi Hacer’i, o dönemde kimsenin yaşamadığı Mekke vadisine bırakıp Şekem’e geri döner. Burası esasen Hz. İbrahi’in oğlu İsmail’le yıkılmış olan Kabe’yi yeniden inşa edeceği yer yani Kabe’nin yanı başıdır. Hz. İsmail burada yerleşmiş, evlenmiş ve onun soyundan bugünkü Arap kavmi (milleti) yürümüştür. Bu cihetle, Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail (M.Ö. 2.100-1.900) İsmailoğulları’nın (Arapların, Filistinli Arapların da) atasıdır.

“Rasûlüm! Kitapta İsmâil’in kıssasını da an. Şüphesiz ki o sözüne sâdık bir insandı; bir rasûl, bir nebî idi. (Meryem/54)

Öte yandan Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak’ın iki oğlundan biri olan Hz. Yakup (M.Ö. 2.000-1.800) ilk defa İsrail (İsrael) olarak anılır ve İsrailoğulları (beni İsrail)’nın atasıdır.

“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden olup, Âdem’in zürriyetinden, Nûh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhim ve İsrâil’in zürriyetinden, kendilerine hidâyet yolunu gösterip seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem/58)

Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail Arapların (Filistinlilerin de) atası, Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakup da İsrailoğulları’nın atasıdır.

Hz. İsmail, Hz. Yakup’un amcası olduğundan, Hz. İsmail soyundan gelen Araplar ile Hz. Yakup soyundan gelen İsrailoğulları, akraba olup, amcaoğullarıdırlar.

 

1.2. TARİHTE FİLİSTİNLİLERİN VE İSRAİLOĞULLARI’NIN YAŞADIĞI

TOPRAKLAR

1.2.1. Amalekler

Tarih kayıtlarına giren ilk Arap kavmi Amalek (Amâlika Kavmi)’tir. Amalek'in geçmişiyle ilgili ilk kayıtlar, milattan önce ikinci bin yılın birinci çeyreğine tarihlenen Hz. İbrâhim'in devriyle başlar. Köken itibarıyla öz Arap (Arab-ı Âribe) oldukları belirtilen Amâlika'nın başlangıçta Bâbil çevresinde otururken sonrasında Hicaz'a göç ettikleri, oradan da Necid, Teymâ, 'Umân, Bahreyn, el-Cezîre (Yukarı Mezopotamya), Suriye, Filistin, Mısır ve İfrîkıyye'ye (Tunus) kadar çok geniş bir bölgeye yayıldıkları belirtilir. Yani Amalekler o dönmede güneyde Yemen'den kuzeyde Suriye ve Irak sınırına, doğuda Basra Körfezi'nden batıda Akdeniz'e kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış durumdaydı.

Hz. İsmâil bu kavme peygamber olarak gönderilmiş, Mısırlı olan ilk hanımını bu kavimden almıştır. Hz. Yûsuf da Amâlika’ya mensup bir firavun zamanında Mısır’a götürülmüştür. Yine İslâm tarihçilerine göre Kudüs’ün kurucuları ve Hicaz’ın ilk sakinleri de bu kavimdir. Cürhümîler tarafından mağlûp edilene kadar Mekke’de hüküm sürmüşlerdir. Kâbe’nin ikinci defa inşa edilişi de Amalikaların döneminde olmuştur


Amâlika Kavmi’nin Yaşadığı Bölgeyi Gösterir Harita

 

1.2.2. Filistinliler

Tarihte Filistinlilerin ismine ilk kez Mısır firavunu III. Ramses’in 8. idare yılına (MÖ. 1190) tarihlenen Medinet-Habu Zafer Kitabesi’nde rastlanır. Filistinliler, MÖ. 1190 tarihinde, Mısır firavunu III. Ramses’e karşı verdikleri mücadeleyi kaybetmelerine rağmen, firavunun vassalı olarak bugünkü Filistin’e yerleştirilmişlerdir. Ancak, Filistinliler zaman içerisinde Amalika kavmi içerisinde erimiş ve Araplaşmışlardır. Bu nedenle Arab-ı Mustaribe olarak adlandırılırlar.

1.2.3. İsrailoğulları

Hz. İbrahim ise başlangıçta karısı Sara ve yeğeni Lût ile birlikte Kenan diyarı olarak da isimlendirilen bugünkü Filistin topraklarında yaşamış ancak kıtlık nedeniyle buradan ayrılarak Mısır’a göç etmiş, daha sonra tekrar bu topraklara dönmüştür. Onun oğulları ve torunları da bu topraklar üzerinde yaşamışlardır. Hz. Yusuf zamanında (M.Ö. 1600’ler) Mısır’a yerleşen İsrailoğulları yaklaşık 400 yıl bu ülkede yaşadıktan ve firavunların baskılarına maruz kaldıktan sonra, Hz. Musa’nın önderliğinde bu topraklardan çıkarılarak, bugünkü Filistin topraklarının sınırlarına kadar götürülmüşlerdir (M.Ö. 1130’lar). Ancak bu topraklara, onlardan önce (M.Ö. 1070). Filistinliler yerleşik durumdadır. Filistinliler demirden silahlara ve İsrailoğullarından daha iyi bir askeri düzene sahiptiler. Bu yüzden İsrailoğulları sahil şeridine değil de daha arkadaki (bugünkü Ürdün’e doğru) verimsiz topraklara yerleşmek zorunda kalırlar.

Bu durumda, İsrailoğulları Filistin’e, Filistinlilerden takriben 60 yıl sonra gelmişlerdir. Bu tarihten itibaren, Filistin topraklarının gerçek sahibi olabilmek için, iki kavim arasında amansız bir mücadele başlamıştır.


Kenan Bölgesini Gösterir Harita

 

1.3. İLK KAN, SONSUZ KİN

İsrâiloğulları’nın Hz. Musa’nın önderliğinde Mısır’dan çıkış yolculukları sırasında, bugün Sînâ yarımadasının güneyine ve el-'Arîş'in güneydoğusuna düşen Refidim’de Amâlekîler’in saldırısına uğradıkları Tevrat’ta geçmektedir. Tevrat’a göre Amâlika ile İsrâiloğulları arasındaki ezelî düşmanlık, M.Ö. 1300’lü yılların başında gerçekleşen bu savaşla başlamıştır. Bu durum Tevrat’ta şöyle anlatılır.

“Amalek'in Mısır'dan çıkışınız sırasında yolda sana neler yaptığını hatırla! Yolda ansızın karşına çıkmış, sen bitkin ve yorgun bir haldeyken senin gerinde kalan güçsüzleri öldürmüş; Tanrı'dan korkmamıştı. Tanrınızın mülk edinmek üzere miras olarak size vereceği ülkede sizi çevrenizdeki bütün düşmanlardan kurtarıp rahata kavuşturunca, Amalek'in zikrini göklerin altından sileceksiniz. Bunu sakın unutma (Tevrat, Tesniye, 25:17-19)”

İsrailoğulları Mısır'dan çıkışlarında güçlü ve yenilmez görünmelerine rağmen, onlara ilk saldıran Amalek olmuştu. İsrailoğulları her ne kadar bu savaşta yenilmeseler de Amalek kendilerinde tarih boyunca unutamayacakları bir korku ve travma yaratmış, onların güçlerine olan güvenlerini darmadağın etmişlerdi.

Yahudiler yaşadıkları travma nedeniyle, Amalek'e ait her şeyi yok etme kararı aldılar ve bunun emrini kendilerine Rab Yahova’nın verdiğini iddia ettiler.

 “Şimdi git, Amalek'e saldır! Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme! Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür! (Tanah, 1. Samuel 15:3)”

Bu katliam kararı tamamen uygulanmış ve İsrailoğulları ele geçirdikleri memedeki çocukları dahi öldürmüşlerdir.

Buna karşılık yine Tevrat’ta bildirildiğine göre, Amâlekler onların şehirlerini ele geçirdiklerinde, “kadınlardan kimseyi öldürmemişler, küçükten büyüğe kadar hepsini esir alarak sürüp yollarına gitmişlerdir.” (I. Samuel, 30/2).

Tevrat’ta bildirilen bu durum, iki kavmin insani karakterleri arasındaki farklılığı açıkça ortaya koyuyor.

Yahudi inancında, Amalek'ten intikam almak, "İsrail Tanrısı'nın öcünü almak ve O'nu onurlandırmak" (Çıkış 17:16) olarak kabul edilir.

Tevrat’a göre Amalek'in zikrinin tamamen ortadan kaldırılması, Filistin'e iyice yerleşilmesinden sonra gerçekleşecektir. (Çıkış 17:16). Bu sebeple, Amalek ile savaş Yahudilere nesiller boyu yüklenen bir görev kabul edilmiş, onların mutlak surette ortadan kaldırılması emredilmiştir.

Günümüzde İsrail için Amalek, özelde Filistinlileri, genelde tüm Arapları ifade ediyor.

Son Filistin-İsrail çatışmasının başladığı günden bu yana, İsrailli politikacılardan, din adamlarına kadar pek çok Yahudi, bugünkü Arapları ve Filistinlileri, "Tevrat'ın Yahudilere yok etmelerini emrettiği Amalekler" olarak tanımlıyor ve Yahudi egemenliğini reddeden Arapların İsrail'den sürülmesini ya da ortadan kaldırılmasını Tevrat'ın bir emri olarak kabul ediyor.

Atalarının dünyevi ihtiraslar ve kinle yazdıkları metinleri kutsal sayıp, “Tanrının bir milletin katledilerek yeryüzünden silinmesini emrettiğine” tüm dünyayı inandırmaya çalışıyorlar. Hem de o millet, Allah’a ve dinine iman etmişken.

Esasen böyle yapmaları, tahrif ettikleri Tevrat’a yaslanarak, katliamlarına teolojik bir zemin oluşturma çabasının ürünü. Böylelikle yaptıklarını ilahi bir sebebe, Tanrının emrine dayandırarak meşrulaştırma, tepkileri azaltma ve doğruluğunu tartışılır olmaktan çıkartmanın gayreti içerisindeler.

3300 yıl önce, yerleşim anlaşmazlığı yüzünden yapılmış bir savaşın yol açtığı travmatik ruh haliyle dünyayı ateşe vermeye girişiyorlar.

Dünya milletleri, İsrail’in insanlık için oluşturduğu büyük tehlikenin henüz farkında değiller, kendirini de saracak “büyük ateşi” hipnoz halinde bekliyorlar.

 

1.4. BEREKETLİ HİLAL Mİ, BEREKET DAİRESİ Mİ?

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsra/1)

İsra Suresi ilk ayetinde yüce Allah, Mescid-i Aksa (Kudüs) ve etrafının, iklim, coğrafya, yer altı, yerüstü zenginlikleri ile daha bildiğimiz-bilmediğimiz pek çok zenginlikle bereketlendirildiğini haber veriyor.

Gerçekten de Kudüs çevresinin tarihi ve bugünü incelendiğinde, yer üstü, yeraltı ve deniz altında sayısız zenginlere sahip olduğu, İlahi dinin ve pek çok Peygamberinin bu bölgeye gönderildiği görülür.

ABD'li Doğubilimci (oryantalist) James Nery Breasted’in  ilk kez 1914’te bölge için kullandığı Bereketli Hilal” (Fertile Crescent) tanımlaması, bu ifadeyle literatüre yerleşmiştir. Böylece, Kuran’ın bildirdiği toprakların zenginlik dolu bereketi, 1914’te bilimin de literatürüne girmiştir.

Breasted’in Bereketli Hilali; Güneyde Arabistan Çölü ile kuzeyde Doğu Anadolu Bölgesi dağlık bölgesi arasındaki yerler ile Eski Babil toprakları ile hemen yakınındaki Elam'dan (bugün İran'ın güneybatısı) Dicle ve Fırat ırmakları ile Asur topraklarına kadar uzanır, Zagros Dağları'ndan, batıda Suriye üzerinden Akdeniz'e, güney yönünde de Filistin'in güneyine kadar olan toprakları içine alır.

Günümüzde, Bereketli hilal, Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün ve Irak’ı tamamen, batı İran, Kuzey Arabistan ile Mısır’ın kuzey-doğusunu, Türkiye’nin güney ve güneydoğusunu kısmen kapsamaktadır.

Breasted’in bölgeye Bereketli Hilal demesinin nedeni, bölge ikliminin tarıma uygun ve topraklarının son derece verimli olması, ortaya çıkan şeklin de hilale benzemesiydi.


James Nery Breasted’in “Bereketli Hilal” Haritası

 

Ancak sahip olduğu koşullar ve zenginlikleri (bereketi) itibariyle bölgenin “hilal” şeklinde değerlendirilmesi kanaatimizce eksiktir.

Zira ayette geçen “havle” kelimesi sözlükte; “etraf, çevre, güç, kuvvet” manalarına gelir. Ayetin mana ve maksadı itibariyle havle kelimesinin buradaki en uygun karşılığı “etraf”tır. “Taraf” sözcüğünün çoğulu olan “Etraf” ise sözlükte; “taraflar, dört yön” manalarına gelir.

Böylece ayette geçen “havle” ifadesi, bütün taraflara doğru yani, dört yönlü bir genişleme ve yayılımı ifade der ki bu da “daire”dir.

Bu nedenle, bölgeyi hilal değil, “daire” şeklinde ele almak ve bölgedeki bereket yayılımını da göze alarak daha geniş çizerek, Doğu Akdeniz havzası, Mısır’ın kuzey doğusu ile kuzey Arabistan’ı da bölgeye dahil etmek gerekir. Nihayet, Doğu Akdeniz havzasının nice zenginlikler barındırdığı bugün çok iyi biliniyor. Kuzey Arabistan’ın çölleri ise insanlık için en büyük zenginlik olan İslam’ın ve onun Peygamberinin gönderildiği bölgedir.

Bu itibarla, bahsi geçen bereket diyarını tam anlamıyla ortaya koyabilmek için,  Kudüs merkezli bir daire çizmek ve ulaşılan bölgeyi “Bereketli Hilal” yerine “Bereket Dairesi” ifadesiyle tanımlamak kanaatimizce daha isabetli olacaktır.


“Bereket Dairesi” Haritası

 

1.4.1. Bölgenin İnsanlık İçin Önemi

Bölge insanlık tarihinde olağanüstü bir öneme, vazgeçilmez bir değere sahiptir. Bu topraklar tarihte ilklerin gerçekleştiği yerdir.

Dünya tarihinde ilk uygarlıklar bu bölgede doğmuş, asırlar boyu nice toplumlara ev sahipliği yapan bu bölge, medeniyetin bugünkü haline gelmesinde öncü rol oynamıştır.

Yeryüzünde ilk tarım, bu bölgede başlamıştır. Yine bölge hayvanların ilk evcilleştirildiği yerdir. Tarımla birlikte ilk yerleşik hayata geçiş yine bu bölgede olmuştur.

İnsanlık tarihine yön veren tekerlek, yazı, savaş aletleri gibi pek çok icat ve sulu tarıma geçiş de bu topraklarda gerçekleşmiştir.

Bu coğrafya, çok önemli ticaret merkezlerini ve çeşitli yolları üzerinde bulundurmaktadır. Bölge ticaretin doğmasına ve gelişmesine öncülük etmiştir.

Bölgenin bir diğer önemi ise modern dünyanın toplumsal, kültürel ve politik yapısına dair ilk adımların atılmış, ilk örgütlenmelerin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yapılar ise günümüzde “devlet” olarak isimlendirdiğimiz kavramın doğuşuna zemin hazırlamıştır.

Öte yandan yüce Allah, insanlık tarihi boyunca hak dini bu topraklara indirmiş, tebliğ Peygamberlerini bu topraklara göndermiş ve bu topraklar İlahi Bereketin yeryüzüyle buluştuğu alan olmuştur.

Bölge öylesine eşsiz özelliklere sahiptir ki, bir gün dünyada medeniyet yok olsa ve bir tek bu bölgede yaşam kalsa, insanoğlu kendine yetebilir ve medeniyeti yeniden kurabilir

Tarihteki önemi saymakla bitmeyecek pek çok şeyin yanında, bölge günümüzde de sahip olduğu zenginliklerle ön planda yerini almaya devam ediyor.

Dünya tarımının önemli merkezlerinden biri olmaya devam eden bölgenin asıl önemi ise çok yüksek hacimde petrol ve doğalgaz yataklarına ev sahipliği yapıyor olması. Öyle ki dünyadaki fosil yakıt (petrol/doğalgaz) kaynaklarının yarısı bu bölgede bulunuyor ve dünya enerji ihtiyacının karşılanmasında bölge vazgeçilmez durumda.

Tüm bu müstesna özellikleriyle bölge, dünya güçlerinin ona sahip olma ve kontrolünü elinde tutma mücadelesine şiddetle maruz kalıyor. Bölgenin zenginliklerine göz diken emperyal güçler, yüzyıllardır bölgede fitne-fesatla çıkardıkları çatışma ve savaşlarla, bölgeden kan ve gözyaşını eksik etmiyorlar. Bugün de bölgedeki trajedi artarak devam ediyor.

Hülasa, Allah’ın bereketli kıldığı belde, yine Kuran’da işaret edildiği gibi insanoğlunun bitmeyen yeryüzü bozgunculuğuna sahne olmaya devam ediyor.

 

1.5. ORTADOĞU’DAKİ ATEŞ ÇEMBERİ, VAADEDİLMİŞ TOPRAKLAR

(ARZ-I MEV’UD) KANDIRMACASI

19. yüzyılın sonlarında Yahudi milliyetçiğini temel alan ideolojik fikir hareketi olarak doğan Siyonizmin temel gayesi, dünyadaki tüm Yahudileri Sion (Kudüs) merkezli Eretz Israel (İsrail Diyarı)’de toplamak ve bu topraklarda egemen bir Yahudi devletinin tekrar kurulmasını sağlamaktı.

Bu nedenle, Siyonizmin temel argümanlarından biri, Sion (Kudüs) merkezli İsrail Diyarı’nın, Tanrı tarafından Yahudilere “Vaadedilmiş Topraklar (Arz-ı Mevud)” olduğu inanç ve iddiasıdır.

Yahudiler bu iddialarını muharref Tevrat (Eski Ahit)’a dayandırırlar. Buna göre, Tanrının kendilerine mülk olarak vaadettiği bu toprakları, ne pahasına olursa olsun ele geçirmenin ve burada devlet kurarak egemen olmanın Yahudilere hak olduğuna inanırlar.

Yahudi kutsal metinlerinde vaadedilmiş toprakların kesin sınırları bildirilmemekle birlikte, “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar olan bölge” (Tekvîn, 15/8) şeklinde geçmektedir. Tevrat’ta verilen diğer bilgiler de değerlendirildiğinde bu toprakların; Filistin’de Kudüs’ü merkez aldığı, güneyde Mısır ve Suudi Arabistan’ın kuzey kısmını, doğuda Ürün ve Irak’ın tamamı ile İran’ın batı kısmını, kuzeyde, Suriye’nin tamamı ile Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmını (20 il) içine aldığı, batıda ise Akdeniz’e kadar uzandığı anlaşılmaktadır.


Vaadedilmiş Topraklar (Arz-ı Mevud) Haritası

 

Arz-ı mev‘ûdla ilgili ilk ahid, Rab Yahova ile Hz. İbrâhim arasında yapılmıştır. (Tekvîn, 13/14-17). “Ve senin gurbet diyarını, bütün Ken‘an diyarını sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah’ı olacağım” (Tekvîn, 17/8).

Tevrat’a göre, Yahova ile sırasıyla Hz. İshak, Hz. Yakūb, Hz. Musa arasında da ahid yapılmıştır.

Tevrat’ta Hz Musa ile yapılan ahidde şöyle denilir. “Bunun için İsrâiloğulları’na söyle. Ben rabbim. Sizi Mısırlılar’ın yükleri altından çıkaracağım..., sizi kendim için bir kavim olarak alacağım ve size Allah olacağım... ve İbrâhim’e, İshak’a Ya‘kūb’a vermek için yemin ettiğim diyara sizi getireceğim ve onu size miras olarak vereceğim” (Çıkış, 6/2-8).

Arz-ı mev’ûd tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de geçmemekle birlikte, Hz. İbrâhim ve Lût’un “bereketli kılınmış” bir diyara ulaştırıldıkları bildirilmektedir. (Enbiyâ 21/71).

Kuran’ın bildirdiğine göre, İsrâiloğullarını firavundan kurtarıp,  Mısır’dan çıkarmakla vazifelendirilen Hz. Mûsâ da, “Ey kavmim! Allah’ın sizin için yazmış olduğu arz-ı mukaddese giriniz ve arkanıza dönmeyiniz; sonra hüsrana uğrayanlardan olursunuz” (Mâide 5/21) demiştir.

Bu açıklamalardan sonra belirtmek gerekir ki, bugün Yahudilerin, vaadedilmiş toprakların Tanrı tarafından yalnız Yahudi ırkına mülk olarak verildiği, bu topraklara sahip ve egemen olmanın Yahudi ırkına bahşedilmiş bir hak olduğu, bu yolda verilecek her türlü mücadelenin meşru hatta kutsal olduğu iddiaları, gerek Tevrat’la, gerekse Kuran’ın hükümleriyle örtüşmez. Şöyle ki;

Vaad İsmailoğulları İçin de Geçerlidir. Öncelikle Vaad Hz. İbrâhim’e ve zürriyetine yapıldığına göre, İshak soyundan gelen Yahudiler kadar, İsmâil neslinden gelenlerin de o topraklarda hakkı olmalıdır. Öyleyse Müslümanlar da şartlarını yerine getirirlerse Allah’ın vadettiği Mukaddes Topraklara sahip olma hakkına sahiptirler. Tarihi gerçek de böyle olmuş, fetihten itibaren bu topraklar Müslümanlara yurt olagelmiştir.

Ancak Kitâb-ı Mukaddes geleneği daha sonra, kasıtlı şekilde, Hz. İsmâil’i devre dışı bırakarak vaadin, Hz. İshak ve onun zürriyetine ait olduğunu belirtmektedir (Tekvîn, 21/12). Bu, dinin tahrifi yoluyla aldatmaya kalkışmaktır.

Vaad Ahid Şartlarının Yerine Getirilmesiyle Hak Edilecektir. Öte yandan, İsrailoğullarıyla yapılan ahidler sınırsız ve ebedi olmayıp, vaadin gerçekleşmesi şartların yerine getirilmesine bağlanmıştır. Tevrat’ın birçok yerinde arz-ı mev‘ûd için uyulması gereken kurallar ayrıntılarıyla bildirilmiştir.

 “Yollarınızı ve işlerinizi ıslah edin, sizi bu yerde oturturum. Yollarınızı ve işlerinizi iyice ıslah ederseniz, bir adamla komşusu arasında tam adalet ederseniz, garibi, öksüzü ve dul kadını mağdur etmezseniz, bu yerde suçsuz kanı dökmezseniz, kendi ziyanınıza olarak başka ilâhların ardınca yürümezseniz o zaman bu yerde, ezelden ebede kadar atalarınıza vermiş olduğum diyarda sizi oturturum” (Yeremya, 7/1-7).

Ahdin şartlarına uyulmadığı, Rabbin emirleri yerine getirilmediği, O’nun kanunları reddedildiği, şeriattaki emirler tutulmadığı takdirde ise başlarına her türlü felâket gelecek, Rab Yahova onlardan nefret edip onlara karşı öfke ile yürüyecek, mülk edinmek için girdikleri diyardan koparılacaklardır (Tesniye, 28/63).

 “Çünkü memlekette doğru adamlar oturacaklar ve kâmiller orada kalacaklardır. Fakat kötü adamlar memleketten atılacaklar ve hainler oradan söküleceklerdir” (Süleyman’ın Meselleri, 2/21-22).

Kuran’a göre de İsrâiloğulları bu ahidlere riayet etmeleri şartıyla vaade hak kazanacaklar, aksi takdirde bundan mahrum kalacaklardı.

 “Andolsun, Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci seçmiştik. Allah, şöyle demişti: Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, (fakirlere gönülden yardımda bulunarak) Allah'a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkâr ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır." (Mâide 5/12).

İsrailoğulları layık oldukları sürece bu topraklara sahip olmuşlar, isyan edip, liyakatlerini kaybettiklerinde aynı yerler başka kavimlere yurt olmuştur.

İsrailoğulları Ahde Uymamışlardır. Kuran’da da bildirildiği üzere, İsrâiloğulları tarihleri boyunca Rab Yahova ile yapılan ahde sadık kalmamış, Allah’ın emirlerine boyun eğmemiş, yapılan ahidlere vefa göstermemiş, hatta Allah’ın elçilerini öldürüp fesat çıkarmışlardır.

 “İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları (İsrailoğullarını) lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.” (Mâide 5/13).

 “Vaktiyle Rabbi İbrahim’i bazı sözlerle sınayıp da İbrahim onları eksiksiz yerine getirince, Ben seni insanlara önder yapacağım buyurmuştu. İbrahim soyumdan da deyince Rabbi vaadim zalimleri kapsamaz buyurdu.” (Bakara 2/124)

Tevrat’ta da İsrailoğullarının ahdi her seferinde bozdukları pek çok kere vurgulanmaktadır.

Hz. Mûsâ zamanında yapılan ahid, İsrâiloğulları’nın altın buzağıya tapmalarıyla bozulmuş, çölde ahid tekrar yenilenerek arz-ı mev’ûda girilince uyulması gereken kurallar belirtilmiş, fakat İsrâiloğulları her defasında ahdi çiğneyip Rabbe isyan etmişlerdir.

Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkıp Kenan’a geldiklerinde (iki kişi hariç) İsrailoğolları oraya girmenin tehlikeli olduğunu belirtmişler ve tekrar Mısır’a dönmeyi arzuladıklarını bildirmişlerdir. Bunun üzerine Rab Yahova onları mirastan mahrum edeceğini bildirmiş ve orayı onlara kırk yıl haram kılmıştır (Sayılar, 14/33-34). Bu durumdan Kuran’da şöyle bahsedilir;

 “Dediler ki: "Ey Mûsâ! O (dediğin) topraklarda gayet güçlü, zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de gireriz” (Mâide 5/22).

 “Allah, şöyle dedi: "O hâlde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme” (Mâide 5/26).

İsrailoğullarının nasıl Rabbe isyan ettikleri, ahdi nasıl bozdukları, Tevrat’ta şöyle anlatılır.

Zira İsrâiloğulları “sert enseli bir kavim”dir (Çıkış, 32/9; 33/3; 34/9; Tesniye, 9/6, 13);

Mısır diyarından çıktıkları günden beri Rabbe âsi olmuşlardır (Tesniye, 9/7);

Öküz kendi sahibini, eşek de efendisinin yemliğini bildi de İsrâil Rabbini bilmedi. (İşaya, 1/2-3);

İsrâiloğulları suçlu bir millettir, haksızlığı yüklenmiş kavimdir, kötülük işleyenlerin zürriyetidir. Rabbi bırakmışlar (İşaya, 1/4),

Ahdi bozmuşlar (Tesniye, 31/16, 20; Yeremya, 11/10),

Başka ilâhların ardında gitmişlerdir (Yeremya, 11/10).

Ahde riayet etmeyen arz-ı mev‘ûddan mahrum kalacak ve lânetlenecektir (Yeremya, 11/3).

Allah Arzı Salih Kullara Vaadediyor. Kuran’da, arza belli ırk ya da kavme mensup olanların değil, sâlih kulların vâris kılınacağı ve bu ilâhî kanunun bütün mukaddes kitapların hükmü olduğu bildirilmiştir.

 “Andolsun ki, zikirden (Tevrat’dan) sonra Zebur’da: Şüphesiz yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır diye yazdık.” (Enbiya: 21/105).

Salih kulların özellikleri, yine Kuran’da tarif edilir;

 “Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde yurt ve iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten menederler, işlerin sonu Allah’a varır.” (Hac: 22/41).

Bugün yeryüzünde zulümde sınır tanımayan, mukaddes topraklarda başkalarına hayat hakkı tanımayıp, yerlerinden yurtlarından eden siyonist Yahudilerin, Kuran’ın salih kul tanımına uymadığı aşikar.

Tüm bu izahlardan anlaşılacağı üzere, siyonist Yahudilerin vaadedilmiş topraklar üzerine serdettikleri iddialar, teolojik, tarihi ve sosyolojik, hukuksal, siyasi yönlerden tamamıyla temelsiz ve tutarsızdır.

1.5.1. Büyük İsrail Hayali

Asıl mesele ise, İsrail’in bugün haritada 10 ülkeye denk gelen bu topraklar üzerindeki emellerini sürdürmesi ve büyük İsrail hayalini dillendirmekten çekinmemesidir.

Esasen bu hayal bugün, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Irak ve Kuveyt topraklarının tamamının, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye ve İran topraklarının bir kısmının İsrail toprağı olması manasına geliyor. Türkiye’den; Hatay, Adana, Niğde, Osmaniye, Kahraman Maraş, Gazi Antep, Kilis, Şanlı Urfa, Adıyaman, Malatya, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Batman, Bingöl, Muş, Bitlis, Siirt, Hakkari, Van olmak üzere tam 20 il bu topraklara dahil edilmek isteniyor.


Vaadedilmiş Topraklara Türkiye’den Dahil Olan Kısmı Gösterir Harita

 

Bugünkü İsrail Devleti, tam on ülkenin toprakları üzerinde bir Büyük İsrail Devleti kurma hayalini açıkça izhar edebiliyor. Bu yönde açık haritalar yayınlıyor, politikacılar açıklama yapıyor, İsrailli çocuklar okulda, evde büyük İsrail devletini kurma hayaliyle besleniyor.

İşin aslı, Yahudiler bu hülyadan tarih boyunca vazgeçmediler. 1948 yılında, bir avuç Filistin toprağında kurulan İsrail Devleti, o günden bu yana, kan dökerek, topraklarını sürekli genişletti. Bugün ise yaşanan son çatışmayla, Filistin’in tamamı İsrail toprağı olmak üzere. İsrail vaadedilmiş topraklar üzerinde, durmaksızın genişlemeye devam ediyor.

Öte yandan, İsrail tüm bu kanlı yayılmacı eylemlerinde başta Amerika olmak üzere Batılı yandaşlarından destek ve himaye görüyor. Öyle ki büyük İsrail’in kurulması ve güvenliğinin sağlanması planı, 2010 yılından itibaren “Arap Baharı” operasyonuyla uygulamaya konuldu. Bu operasyonla, Kuzey Afrika’dan başlayarak Ortadoğu’da pek çok ülkenin yönetimleri değişti. Sırada ise sınırların değişmesi var ve bu artık sır değil.

Bu yönde İsrail’e koşulsuz desteğini açıklayan Amerika, olası değişimi en yetkili ağızlardan duyurmakta beis görmüyor. Dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı (2005-2009 dönemi Dışişleri Bakanı) görevinde bulunan Condoleezza Rice, 2003’te yaptığı açıklamada, Ortadoğu’da Türkiye dahil 22 ülkenin değişeceğini söylerken, elbette bunun Amerikan gücüyle sağlanacağını da ilan etmiş oluyordu.

Bu aynı zamanda, İsrail-Amerika ikilisi ve Batılı müttefiklerinin, günümüz modern dünyasında, insanlığa yaptıkları bir savaş ilanıdır. Muhteris yandaşlar, Filistin’de yaktıkları ateşi harlamanın peşindeler, ta ki Ortadoğu’yu, sonra tüm dünyayı saracak bir ateş çemberine dönüşsün.

Batının yakalandığı bu akıl tutulması, dünyayı yakacak bir “büyük ateşe” dönüşmek üzere.

 

 1.6. YERYÜZÜNÜN İFSADI SİYONİZM

İsmi milletlerin babası manasına gelen Hz. İbrahim (Abraham) Peygamberin oğlu Hz. İshak’tan olma torunu Hz. Yakup, İsrail olarak anılır. Hz. Yakup’un on iki oğlundan gelen on iki kabile de İsrailoğullarıdır.

Hz. İbrahim döneminden bu yana Kenan Diyarı (Filistin)’nda yaşayan İsrailoğulları, tarih boyunca, istilalar, kuraklık vb. nedenlerle Kenan’dan ayrılış ve geri dönüşler yaşamışlardır.

İlk olarak M.Ö. 2200’lü yıllarda bu topraklarda yaşayan Hz. İbrahim kıtlık nedeniyle Mısır’a göç etmiş, daha sonra tekrar Kenan (Filistin)’a dönmüştür.

Hz. Yusuf zamanında (M.Ö. 1600’ler) yine Mısır’a yerleşen İsrailoğulları, yaklaşık 400 yıl sonra, Hz. Musa’nın önderliğinde bugünkü Filistin topraklarına kadar gelmişlerdir (M.Ö. 1130’lar).

M.Ö. 608’e gelindiğinde, Filistin toprakları, Babil Krallığı tarafından istilaya uğramış, bu istila sırasında Süleyman Mabedi yıkılmış ve İsrailoğulları Babil’e sürgün edilmiştir. Bu olay İsrailoğullarının tarihinde “Babil Sürgünü / Birinci Sürgün” olarak geçer.

M.S. 66’da ise bu kez Filistin Roma Krallığı tarafından istila edilmiş, İsrailoğullarının çoğu öldürülmüş kalanları ise Roma Krallığının en uzak bölgelerine sürülmüşlerdir. Bu ise “İkinci Sürgün” olarak adlandırılır.

Tarihsel süreç göz önüne alındığında, bu sürgünden itibaren Filistin’de yok denecek kadar az bir nüfusa sahip olan İsrailoğullarının bir devlet olarak bölgeye hâkim oldukları sürenin göreceli olarak kısa olduğu görülür.

Roma sürgünüyle yurtsuz kalan Yahudiler, dünya üzerinde pek çok ülkeye yayılmışlar, böylece Yahudi diasporası (kopuş-dağınıklık) oluşmuştur.

Yaşadıkları pek çok ülkede, sosyal, siyasi, ekonomik pek çok probleme sebep oldukları, fesad çıkardıkları gerekçesiyle ve özellikle de dine dayalı nedenlerle Yahudi karşıtlığı (antisemitizim) oluşmuş, buralarda Yahudiler dışlanmış ve kötü muamele görmüşlerdir.

Hıristiyan dünyasında antisemitizmin kökenleri esasen dine dayanmaktaydı. Hıristiyanlar, Yahudilerin tümünü İsa’nın öldürülmesinden sorumlu tutuyordu. Buna göre, gerek İsa’nın ölümü sırasında hazır bulunan Yahudiler, gerekse toplu olarak Yahudi halkı, Tanrı öldürme suçunu işlemişlerdi. Böylece Tanrıyı öldürme suçlaması, Avrupa ve Amerika’daki Yahudilere karşı nefrete dönüşmüştür. Bunun yansıması olarak Yahudiler, birinci ve ikinci haçlı seferleri sırasında ciddi saldırılara maruz kalmışlardır.

İspanyol Engizisyonu, 1290 yılında tüm Yahudilerin İngiltere’den, 1396 yılında Fransa’dan, 1421 yılında Avusturya’dan, 1492'de İspanya'dan, 1497'de Portekiz'den kovulmaları, çeşitli pogromlar ve 1941 ve 1945 yılları arasında Nazi Almanya’sının gerçekleştirdiği holokost, Yahudilerin gördüğü sürgünler arasında gösterilebilir.

Bütün bu sürgünlerle 1800’lerin sonlarına kadar Filistin topraklarından uzak kalan Yahudiler, Filistin’e dönme hayalini hiçbir zaman kaybetmemiş, hep korumuşlardır.

Yahudilerin dünya üzerinde dağınık ve zillet halinde yaşadıkları 19. Yüzyılın son çeyreğinde, bir çözüm önerisi olarak Siyonizm kavramı ortaya atılmıştır.

Siyonizm ilk olarak,  1890 yılında, Avusturyalı Yahudi yayımcı Nathan Birnbaum tarafından, kendi çıkarttığı Selbstemanzipation adlı gazetede, Yahudi milliyetçiliğini tanımlamak için bir terim olarak kullanılmıştır.

Sonrasında, Avusturya-Macaristanlı gazeteci Theodor Herzl tarafından 1897 yılında yayımlanan Der Judenstaat (Yahudi Devleti) isimli kitapla birlikte siyonizm siyasi bir hüviyet kazanmıştır.

Siyonizm kelimesi, İbranicedeki Siyon sözcüğünden gelir ve Kudüs yakınlarında bulunan Siyon Dağı'na dayandırılır. Sonraları Siyon, tüm Kudüs şehrini ve İsrail Diyarı'nı ifade edecek manada kullanılmaya başlanmıştır.

Siyasi manada Siyonizm ise; 19. Yüzyılın sonlarında doğmuş, Yahudi milliyetçiğini temel alan, Yahudileri Siyon (Kudüs) merkezli İsrail Diyarı (Eretz Israel)’de toplamak ve Yahudi devletinin asırlar sonra yeniden kurulmasını sağlamak amacını güden bir ideolojidir.

Siyonizm, siyasi olduğu kadar, zaman içerisinde tarihi, kültürel, teolojik unsurlardan beslenmiş, yıkıcı bir yaklaşımdır.

Siyonizm, Siyon (Kudüs) merkezli İsrail Diyarı’nın, Tanrı tarafından Yahudilere “Vaadedilmiş Topraklar (Arz-ı Mevud)” olduğunu iddia eder. Bu iddialarını muharref Tevrat (Eski Ahit)’a dayandıran Yahudiler, Tanrının kendilerine vaadettiği bu toprakları, ne pahasına olursa olsun ele geçirmenin ve burada devlet kurmanın hakları olduğuna inanırlar.

1.6.1. Hedefteki Osmanlı

Siyonizm, söylem ve emelleriyle daha baştan sorunludur. Kudüs merkezli İsrail Diyarı denilen yer, o dönemde Osmanlı toprağıdır ve orada Osmanlı tebâsı Filistinliler yaşamaktadır, bölgenin adı da Filistin’dir.

Bu haliyle siyonizm, daha baştan saldırgan biçimde Osmanlı toprağına göz dikmekte, Filistin halkını yerinden edeceğini açıkça ilan etme cüretini göstermektedir.

Nitekim siyonizmin kurucusu sayılan Theodor Herzl, dönemin Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’le beş kez görüşerek, Osmanlının borçlarını kapatma teklifiyle Filistin’den toprak talep etmiş, ancak Abdülhamid bu tekliflerin tamamını reddederek, Yahudilere Filistin’den toprak vermemiştir.

Herzl bu durumu anılarında, “Filistin’de toprak edinmemiz için Osmanlının dağılmasını beklememiz gerekecek” şeklinde ifade etmiştir. Ancak gerçekte Yahudiler beklememiş, öncelikle Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, ardından Osmanlının yıkılması için, İngilizlerle işbirliği halinde, aktif rol oynamışlardır.

Bu durum, en başından siyonizm karşısında bizi taraf yapıyor.

1.6.2. Yahudilerin Dini Tahrifi

Yahudilikte gerek yaşamsal, gerekse zihinsel plan, tamamen din eksenli (teokratik)’dir. Yahudilerin  toprağı olmadan varlığının devamlılığını sağlayan tek unsur dinleri olmuştur. Tüm hayatlarını dine göre tanzim eden Yahudilerin kuracakları devlet (Tanrının Krallığı) de teokratik devlet olacaktır.

Nitekim, İsviçre’nin Basel şehrinde düzenlenen Siyonizm kongresinde Yahudi devletinin nerede kurulacağı tartışılmış ve Tanrı’nın vaadettiği Kudüs (Filistin toprakları)’te kurulmasına karar verilmiştir. Böylece vaadedilmiş topraklar inancı, Siyonizmin arkasına aldığı teolojik temellerden biri olmuştur.

Öte yandan, Yahudilikte “Din” muharref Tevrat (Eski Ahid)’tır. Tevrat’ın tahrif edilmiş olduğunu bize Kuran bildirir.

 “Yahudilerden öyleleri var ki, (kelimeleri yerlerinden kaydırıp) tahrif ederek onları anlamlarından uzaklaştırırlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “İşittik, karşı geldik”, “İşit, işitmez olası!” “Râ'inâ” derler. Hâlbuki onlar, “İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize bak” deselerdi bu kendileri için daha hayırlı olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lânetlemiştir. Bu yüzden pek az iman ederler.” (Nisa/46)

 “Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken, dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri, Allah katından olmadığı halde, Bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah’a iftirâ ediyorlar.” (Âl-i imran, 3/78)

Siyonizmin ideolojik kurgusu ve çizdiği hedefler de kaynağını muharref Tevrat’tan alır. Bu durum iki önemli nedene dayanır.

Birincisi; Yahudiler böyle yaparak, Tevrat’ın kendilerine sağladığı sözde ayrıcalık ve avantajlarından faydalanmak isterler. Zira Tevrat’a göre, Yahudiler seçilmiş, üstün ırktır, vaadedilmiş topraklardan başka tüm dünyaya ve tüm insanlara egemen olmaya hakları vardır, Yahudi olmayanın malları hatta canı, Yahudi’ye helaldir. Yahudiler tüm insanların kendilerine boyun eğmek ve itaat etmek zorunda olduğuna inanırlar.

 “Siz benim için kutsal olacaksınız. Çünkü ben, Rab, kutsalım ve ben sizi diğer kavimlerden benim olasınız diye ayırdım.” (Lev, 20:26)

 “Siz Tanrı’nız Rab için kutsal bir kavimsiniz. Tanrı’nız Rab kendi has kavmi olmanız için yeryüzündeki bütün milletler arasından sizi seçti.” (Tesniye, 7:6)

İkincisi ise; Yahudilerin söylediklerine ve yaptıklarına meşruiyet zemini kazandırmayı ve itaati amaçlamalarıdır. Uydurulmuş bir söze Tanrı sözü denmesinden maksat, insanların ona karşı gelmekten çekinmeleri ve kolay kabullenmeleri beklentisidir. İnsanları aldatmanın en sefil ama kolay yolu, Tanrıyla aldatmaktır.

 ‘‘Ey insanlar! Allah'ın vaadi haktır. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın. Aldatan sizi Allah ile aldatmasın.’’ (Fâtır/5)

1.6.3. Din Beşeri Olursa

İşte asıl mesele ve tarihten günümüze pek çok sorunun kaynağı, ilahi dinin tahrif edilmesi, insan eliyle bozulmasıdır. Din ilahidir, beşeri olamaz. Din yaratıcının, yarattığı insanı bilip, onun dünyevi ve uhrevi mutluluğu için tanzim ettiği nizamdır. İnanç adına beşer elinden çıkan her türlü nizam, beşeri malüliyet ve dünyevi ihtirasla yüklü olacaktır. Din beşeri olursa, yeryüzünde karışıklık ve bozgunculuk kaçınılmaz olur.

Nitekim Yahudiler Hz. İbrahim’den bu yana ilahi dini eğip bükmüşler, peygamberlerini öldürmüşler, kendi yazdıkları metinlere “bu Tanrının sözüdür” deyip hem Rabbe iftira etmişler, hem de yeryüzünü ifsad edip, bozgunculuk yapmışlardır. Bugün de yeryüzünde yaşanan pek çok problemin temelinde ilahi dinin tahrif edilmesi ve Yahudilerin ifsadı yatmaktadır. Bugün siyonist Yahudiler, dünyadaki savaşların, karışıklıkların, zulüm ve haksızlığın ya bizzat içindedir ya da kışkırtıcısı veya destekçisidir. Bu onların tabiatı ve değişmez misyonudur.

Hülasa, Siyonizm radikal Yahudiliğin ilahi dini tahrif edip, sapkın bir ideolojinin hizmetine verme çabasıdır.

1.6.4. Siyonizmin Hedefleri

Siyonizm ideolojik kurgusunu, hareket tarzını, hedeflerini, hatta bu hedeflerin sıralamasını da muharref Tevrat’tan alır.

Tevrat’taki Akışa Göre Siyonizmin Hedefleri;

1. Dünya Yahudilerinin Siyon (Kudüs)’a dönüşünün sağlanması,

2. Siyon merkezli Yahudi devletinin kurulması,

3. Vaadedilmiş Toprakların ele geçirilmesi (savaş),

4. Mesih’in gelmesi için savaşlar çıkarılması,

5. Mesih’in gelmesi ve Süleyman Mabedini yapması,

6. Mesih’in büyük savaşta, inanmayanları (Yahudi olmayanları) öldürmesi,

7. Mesih’in dünyada tüm insanlığın üzerine Yahudileri hakim kılması,

8. Bu düzende bin yıllık dönemin yaşanmasıdır.

Siyonist ideolojide;

Kudüs’te toplanma; milli birliği,

Devlet kurma; siyasi egemenliği,

Vaadedilmiş topraklar; yurdu, vatanı,

Savaşlar çıkarılması; Mesihe çağrıyı

Süleyman Mabedinin inşası; Tanrının desteğini

İnsanlık üzerine hakimiyet; seçilmiş milleti

Bin yıllık dönem; bu dünyadaki cenneti temsil etmektedir.

1.6.4.1. / 1.Hedef: Dünya Yahudilerinin Siyon (Kudüs)’a Dönüşünün Sağlanması

Siyonizmin öncelikli hedefi, Yahudilerin Kudüs’e dönmelerini sağlamaktı. Bu, tüm dünyadaki Yahudilerin Filistin’e göç etmesi anlamına geliyordu. Bunun için öncelikle pek çok ülkeye yayılmış Yahudileri Filistin’e göçe ikna etmek gerekiyordu. Siyonizm, kurduğu örgütlerle, dünya çapında bir Yahudi göçünün organizesi için uzun yıllar yoğun çaba harcamıştır.

Yahudilerin Filistin’e göçü, Kudüs’ün Yahudi inancındaki yeri gibi dini ve kültürel nedenler, Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde Yahudilere karşı yapılan baskı, zulüm ve sürgünler gibi siyasal nedenler ve ayrıca ekonomik nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiştir.

Ancak batılı devletler için amaç bambaşkaydı. Onlar, ülkelerinde sebep oldukları türlü sorunlar yüzünden Yahudileri göndermek, ülkelerini Yahudilerden temizlemek istiyorlardı. Bu yüzden tüm Avrupa ve Rusya, Yahudi göçlerinin hem sebeplerini hazırlamış, hem de göçü hararetle desteklemiştir.

Yahudilerin Filistin’e göçü, 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren süreklilik kazanmıştır. Bu dönemde göçenler genellikle yaşadıkları ülkelerde gördükleri kötü muameleden kaçan Yahudilerdi. 1897 tarihinde kurulan ve başkanlığını Theodor Herzl’in yaptığı Dünya Siyonist Teşkilatı bu amaçla Filistin Yahudi Ajansını ve Yahudi Ulusal Fonu kurdu. Bu iki yapı, Yahudilerin tüm dünyadan Filistin’e göçlerini teşvik ve organize ettiği gibi, gelenlerin, barınma ve geçimlerinin temini konusunda da yardım sağlıyordu.

1917’de İngilizlerin Filistin’i işgaliyle bu topraklar Osmanlının elinden çıkmış, aynı yıl İngiliz dışişleri bakanının ismiyle anılan Balfour Deklarasyonu, Yahudilere Filistin’de yurt edinmenin yolunu açmıştır. 1922 yılında Milletler Cemiyetinin İngiltere’nin Filistin’deki Manda Yönetimini onaylaması ve 21 Eylül 1922 tarihinde Amerikan Kongresi’nin Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını kabul etmesi, Yahudilerin Filistin’e göçüne uluslararası planda destek kazandırmış ve göçleri yoğunlaştırmıştır.

İkinci dünya savaşı öncesi, 1933 yılında Almanya’da Nazi Partisi (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)’nin iktidara gelmesi, Yahudi tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. Hitlerin önderliğindeki Nazi Partisi, Almanların üstün ırk olduğu ve bu ârî ırka yabancıların karışmaması gerektiği doktrininden hareketle özellikle Yahudilere karşı saldırgan, çoğu kez de ölümcül uygulamalara girişti. Bu durum Almanya’daki Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırdı. Öyle ki, ikinci dünya savaşı bittiğinde Filistin’deki Yahudi nüfusu 600 bini geçmişti. Bu sayı, artık milli bir Yahudi Devleti kurmak için yeterliydi.

1948 yılına kadar yapılan Siyonist faaliyetlerle Filistin’de ciddi bir Yahudi nüfusu oluşturulmuş, böylece “Dünya Yahudilerinin Siyon (Kudüs)’a Dönüşünün Sağlanması” olan siyonizmin ilk hedefi gerçekleşmiştir.

1.6.4.1.1. Siyonizmin Sıçrama Tahtası Balfour Deklarasyonu

Filistin’in 1917’de İngilizler tarafından işgal edilmesiyle, İsrail Devletinin kurulmasının önündeki en büyük engel olan Osmanlı etkisi ortadan kalkmış oldu. İngiliz Manda Yönetimiyle birlikte Yahudi göçlerinin ve Filistin’deki Yahudi nüfusunun artması üzerine bölgede Araplar direnişe geçmiş, bu durum günümüze kadar süregelen Arap-Yahudi çatışmasının da başlangıcı olmuştur.

Lord Rothschild’in İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı sıfatıyla yaptığı girişimler sonucunda, İngiliz dışişleri bakanı Arthur James Balfour tarafından 1917’de yayınlanan Balfour Deklarasyonunda;

 “İngiltere Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır ve Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplulukların yurttaş ve dinsel haklarına ya da herhangi bir başka ülkedeki Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasal statüye zarar verebilecek herhangi bir şeyin yapılmaması kaydıyla bu hedefe erişilmesi için elinden gelen tüm çabaları harcayacaktır.”

Denilmekle, esasen Yahudilere Filistin’de bir devlet kurma değil, yurt edinme izninin, Filistinli Arapların hiçbir hakkına zarar verilmemesi kayd-ı şartıyla verildiği anlaşılmaktadır.

Lakin, lafzı öyle olmasa da Deklarasyonla asıl kastın, Filistin’de bir Yahudi devletinin önünü açmak olduğu aşikardır. Nitekim sonrasındaki gelişmeler bunu doğrular nitelikte olmuştur.

Siyonistler, Balfour bildirisi üzerine yürüttükleri girişimlerle, 1918 yılında önce Fransa’nın, ardından da İtalya’nın desteğini aldılar. Balfour Deklarasyonu, Ortadoğu’da İsrail devletinin kurulmasına giden önemli bir kilometre taşı olmuş, deklarasyonla Siyonizm uluslararası politik bir programa dönüşmüştür. Bu yönüyle, bugün de Ortadoğu’da bitmek bilmeyen problemlerin kaynağı olmayı sürdürüyor.

1.6.4.1.2. Amerika Diyet Mi Ödüyor?

Amerikan Kongresi 21 Eylül 1922 tarihinde aldığı kararla Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını kabul etmiştir. 3 Aralık 1924 tarihinde ise İngiltere’nin Filistin’deki Manda Yönetimini tanıyan Amerika, aynı zamanda İngiltere ile bu konuda bir anlaşma imzalamıştır.

Bu anlaşmanın 7. maddesi Amerika için büyük önem taşımaktaydı. Bu madde gereğince, İngiltere manda rejiminde uyguladığı tüm kararları Amerika’nın onayına sunmayı kabul ediyor, bu sayede Amerika bundan böyle Filistin’de yaşanacak her türlü gelişmede söz sahibi haline geliyordu. Böylece Amerika, 1924’ten günümüze gelecek şekilde Filistin meselesine müdahil olmuştur.

Öte yandan, Amerika’nın Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletini desteklemesi ve Filistin’de söz sahibi olması girişimleri, Avrupa devletlerinden çok daha farklı amaç ve gerekçelere dayanmaktaydı.

1-) Amerika’nın kuruluşunda Yahudiler etkin rol oynamışlardır. 17. yüzyılın başında Amerika’ya yerleşen ilk göçmenler, Avrupa (özellikle İngiltere)’daki dini zulümlerden kaçan Püriten sığınmacılardı. Pek çok kaynakta Püritenler “İngiliz Yahudiler” olarak da adlandırılır. Gerçekten de İngiliz püritenler, Tevrat’ın ilkelerini titiz biçimde uygulamaktaydılar.

Başlangıçta Amerika’da Püritenlerin hakimiyetinde olan 16 kolonide yapılan ilk yasalarda Tevrat esas alındı. Yine Amerika’nın en önemli eğitim kurumları olan Harvard, Yale, Princeton, Johns Hopkins, Dartmouth gibi pek çok eğitim kurumunun kuruluşunda Tevrat merkezi bir yol oynadı. Amerika'nın kurucu liderlerinin önemli kısmı bu üniversitelerden mezun olmuştur.

Ülkedeki tüm bu yapılanma, Amerika'nın kurucularının politik tutumlarında belirleyici olmuş, Amerika’yı Filistin sorununun başından bu yana Yahudi yanlısı politika izlemeye itmiştir. Bugün Amerika’daki köktenci ve Evanjelik Protestan mezhepleri, Püritenlerin devamıdırlar.

2-) Amerika’ya yerleşmiş Yahudiler Amerikan kolonilerinin İngiltere’ye karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde ciddi askeri destek sağlamışlardır. Sonrasında devletin kurulması ve kurumsallaşma döneminde de Yahudi zenginlerin sağladığı finansal destek Amerika için büyük önem taşır. Bu yüzden Yahudilere borçlu hisseden Amerika, kuruluşundan itibaren Yahudi yanlısı politika izleyerek, Yahudilere olan diyetini ödemektedir. Filistin meselesinde de durum farklı değildir.

3-) Amerika, Ortadoğu’da kendisine yakın bir Yahudi devletinin kurulmasının, Ortadoğu politikaları için sağlam bir dayanak oluşturacağını planlamıştır. Nitekim, yıllar içinde İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu, bölgede Sovyet etkisinin yayılmasına karşı bir üs olarak görülmüştür. Öte yandan Amerika, İsrail’in varlığını, Doğu Akdeniz’in güvenliğini sağlama açısından hayati önemde görmektedir.

4-) Amerika’nın İsrail politikasında, Yahudi lobisinin güçlü etkisi görmezden gelinemez. Lobi sayesinde Amerika, İsrail’in dünyadaki sarsılmaz müttefiki durumundadır.

5-) Günümüzde Amerika’nın İsrail’e koşulsuz desteğinin altında başka bir neden daha yatıyor.

Bugün İsrail’in Filistin’i işgal girişimi, aynı zamanda Filistin’in Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgesinde yer alan çok zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarını da İsrail ve Amerika’nın gasp etmesi anlamını taşıyor.

Bununla da yetinmeyen Amerika, İsrail’in güvenliğini sağlama bahanesiyle doğu Akdeniz’e yığdığı askeri güçle, buradaki kıyı devletlerinin hakkına tecavüz ile bu kaynaklardan en fazla payı alma çabası içerisinde. Doğu Akdeniz’in enerji kaynaklarına el koymak için bölgede İsrail’le olan işbirliği Amerika için büyük önem taşıyor.

Tüm bu gerekçelerle Amerika, İsrail’e koşulsuz desteğini sunmaya devam ediyor.

Bütün bunların yanı sıra, Yahudilerin Filistin’e göçü meselesinde önlerinde duran çok önemli bir sorun daha vardı ki o da güvenlikti.

Avrupa ve Rusya’da istenmeyen Yahudiler, Filistin’e gitmeleri halinde, orada kendilerini, tıpkı asırlar önce Mısır’dan çıktıklarında olduğu gibi, ezeli düşmanları Arap Filistinlilerin beklediğini biliyorlardı. Bu onlar için savaş, hatta ölüm demekti. Bunun için güvenliklerini garantiye almaları gerekiyordu. Bu konudaki muhatapları öncelikle bölgeyi elinde tutan İngiltere’ydi. Ancak Yahudiler İngiltere’nin bölgedeki Arap direnişini kıramayışını da göz önüne alarak, bu konuda İngiltere’nin garantisini yeterli bulmayıp, Amerika’dan da garanti talep ettiler.

İşte Amerikan kongresinin 21 Eylül 1922 tarihinde Filistin’de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmesi ve ardından 3 Aralık 1924’te İngiltere ile Filistin için anlaşma yapmasının arkasında yatan neden buydu.

Böylece İngiltere ve Amerika, Filistin’e yerleşecek Yahudilere ve bilahare kurulacak İsrail devletine, bölgede güvenlik garantisi ve onları tehlikelere karşı süresiz koruma sözü vermiş oluyordu.

Bu, siyonizmin emperyalizmle yaptığı kanlı işbirliğiydi. İşte bugün Batının özellikle de Amerika’nın, İsrail’e koşulsuz ve süresiz destek vermesinin asıl nedeni budur.

1.6.4.2. / 2. Hedef: Siyon Merkezli Yahudi Devletinin Kurulması

İngiltere’nin Filistin’den çekildiği 14 Mayıs 1948 tarihinde siyonistler Yahudi İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etti. Böylece, yaklaşık 2000 senedir yurtsuz ve devletsiz yaşayan Yahudiler, başkalarının toprakları üzerinde yurt edinip, devlet kuruyorlardı.

Böylece siyonizmle emperyalizmin işbirliği, Ortadoğu’da zehirli nifak tohumlarını ekiyor, yıllarca sürecek kan, gözyaşı ve zulme kapı aralıyordu.

1948’de İsrail Devletinin kurulmasıyla siyonizmin Sion Merkezli Yahudi Devletinin Kurulması” hedefi de gerçekleşmiştir.

Yahudi devletinin kurulması, siyonist harekete kurumsallık ve eylemsel ivme kazandırdı. Devletin kurulmasından sonra Yahudi politikalarında başat güç haline gelen siyonizm, İsrail adına savunuculuk yapmakta, onun varlığına ve güvenliğine yönelik tehditleri yok etme faaliyetlerini sürdürmektedir.

1.6.4.3. / 3. Hedef: Vaadedilmiş Toprakların Ele Geçirilmesi

İsrailoğullarının muharref Tevrat’tan alıntıladıkları vaadedilmiş toprakların hak sahibi oldukları iddiası, siyonizmin temel dayanaklarındandır.

Bun göre Rab, Hz. İbrahim’le yaptığı ahitle, Nil’le Fırat arasındaki bereketli topraklara, O’nun zürriyetini mirasçı kılmıştır. Yahudiler, bu topraklara sahip olmanın Tanrı tarafından Yahudi ırkına bahşedilmiş bir hak olduğu, bunun için her türlü mücadelenin meşru ve kutsal olduğuna inanırlar.

Elbette bu iddia pek yönden muhaldir, Tevrat ve Kuran’da bildirilenle uyuşmaz.

Öncelikle Rabbin vaadi Hz. İbrâhim’e ve zürriyetine yapıldığına göre, İshak soyundan gelen Yahudiler kadar, İsmâil neslinden gelenlerin de o topraklarda hakkı vardır. Ancak Yahudiler kasıtlı şekilde, Hz. İsmâil’i devre dışı bırakarak vaadin, Hz. İshak ve onun zürriyetine ait olduğunu iddia ederler. (Tekvîn, 21/12). Bu, dini tahrif etmektir.

Ayrıca Rabbin vaadinin gerçekleşmesi, şartların yerine getirilmesine bağlanmıştır. Eğer İsrailoğulları ahdin şartlarına uymaz, Rabbin emirlerini yerine getirilmezse, girdikleri bu topraklardan koparılacaklardır. (Tesniye, 28/63).

Oysa, İsrâiloğulları tarihleri boyunca Rab Yahova ile yapılan ahde vefa göstermemiş, Allah’ın emirlerine karşı gelmiş, Allah’ın elçilerini öldürüp bozgunculuk yapmışlardır. İsrailoğullarının ahdi her seferinde bozdukları, Tevrat ve Kuran’da pek çok yerde anlatılmaktadır.

Kuran’a göre, yeryüzüne belli bir ırk ya da kavme mensup olanlar değil, salih kullar vâris kılınacaktır ve bu ilahi kanun, bütün mukaddes kitapların hükmüdür.

Görüldüğü üzere, siyonizmin vaadedilmiş topraklar üzerindeki hak iddiaları tamamıyla temelsiz ve tutarsızdır.

Öte yandan, Yahudi kutsal metinlerine göre vaadedilmiş toprakların; Filistin’de Kudüs’ü merkez aldığı, güneyde Mısır ve Suudi Arabistan’ın kuzey kısmını, doğuda Ürün ve Irak’ın tamamı ile İran’ın batı kısmını, kuzeyde, Suriye’nin tamamı ile Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmını (20 il) içine aldığı, batıda ise Akdeniz’e kadar uzandığı bilinmektedir.

Yahudiler, bugün üzerinde 10 ülke kurulmuş bu topraklarda büyük İsrail’i kurma hayalini dillendirme cüreti gösterebiliyorlar.

Bu hayal bugün, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Irak ve Kuveyt topraklarının tamamının, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye ve İran topraklarının bir kısmının İsrail toprağı olması manasına geliyor. Türkiye’den; Hatay, Adana, Niğde, Osmaniye, Kahraman Maraş, Gazi Antep, Kilis, Şanlı Urfa, Adıyaman, Malatya, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Batman, Bingöl, Muş, Bitlis, Siirt, Hakkari, Van olmak üzere tam 20 il bu topraklara dahil edilmek isteniyor.

Vaadedilmiş topraklarda büyük İsrail’in kurulması hayali, Ortadoğu’da Türkiye dahil 10 ülkenin sınırlarının değişeceği anlamına geliyor. Esasen bu, Ortadoğu’da başlayıp tüm dünyaya yayılacak bir savaşın ilanıdır.

Doğası gereği yeryüzünde sürekli bozgunculuk yapan, savaş çıkaran Yahudi siyonizmi, Vaadedilmiş Toprakları Ele Geçirme hedefine ulaşmak için dünyayı “ateşe” atmaktan yine çekinmeyecek.

1.6.4.3.1. Adım Adım Filistin’in İşgali

1917 Balfour Deklarasyonuyla Filistin’de yurt edinen Yahudiler, o tarihten bugüne yayılmaya, Filistin’i adım adım işgal etmeye devam ediyor. Bu işgaller nedeniyle Filistinlilerle Yahudiler arasında yaşanan çatışmalar, İsrail devletinin kurulmasından sonra Arap devletlerle İsrail arasında savaşa dönüştü. İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etmesi ile Arap Birliği’ne üye ülkelerden Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak askeri birlikleri harekete geçerek ilk Arap-İsrail Savaşı’nı başlattılar. Bu tarih itibariyle, İsrail’le Arap devletleri arasında yıllarca sürecek savaşların fitili ateşlenmiş oldu. Yıllar içinde Arap devletler İsrail’le pek çok savaş yaptılar.

· 1948 Arap-İsrail Savaşı

·1967 Altı Gün Savaşı

· 1973 Yom Kippur Savaşı

·2006 İsrail-Lübnan Savaşı

·2014 Gazze Savaşı

İsrail kurulduğu günden bu yana, Araplarla yaptığı tüm savaşlardan topraklarını genişleterek çıkmıştır.


Yıllar İçinde İsrail’in Filistin’i İşgalini Gösterir Harita

 

İsrail Devleti, başta Amerika olmak üzere Batılı yandaşlarından aldığı destekle, kan dökerek Filistin toprakları üzerinde yayılmayı sürdürüyor. Son yaptığı Gazze saldırısıyla İsrail tüm Filistinlileri yok etmek, ya da yurtlarından sürmek istiyor. İsrail bugün Filistin’in tamamını işgal etmek üzere. İsrail bundan sonra da durmayacak, Nil’den Fırat’a, kan dökerek yayılmaya devam edecek.

1.6.4.4. / 4. Hedef: Mesih’in Gelmesi İçin Savaşlar Çıkarılması

Siyonizm, Yahudiliğin dünya hakimiyetin sağlanmasında Mesih’in dünyaya gelmesini/getirilmesini en önemli şart sayar. Buna göre, Mesih’in gelmesi için dünyanın alt üst olması kurulu tüm düzenlerin yıkılması gerekir ki, Mesih gelip tüm bunları düzeltsin. İşte Siyonizm bu yüzden dünyada sürekli karışıklık ve savaş çıkarmanın, savaşı teşvik etmenin peşindedir.

1.6.4.4.1. Yahudilikte Mesih İnancı

Yahudi tarihinde Mesih inancı, Yahudileri bir arada tutan ve Yahudilerin zorlu günlerinde geleceğe ümitle bakmalarını sağlayan önemli bir unsur olmuştur.

Mesih inancı Yahudiliğin iman esasları arasında yer alır. Bu durum, kurtarıcı inancı bakımından Yahudiliği diğer dinlerden ayıran en önemli özelliktir.

Yahudilik inancında Mesih, kutsal metinlerde anlatılan teolojik bir figür olmanın yanı sıra, onları içinde bulundukları kötü durumdan kurtaracak, dini ve siyasi bağımsızlıklarını sağlayacak güçlü bir kral beklentisinin de ifadesidir.

Mesih, yeryüzüne dağılmış olan Yahudileri bir araya getirecek, onları Tanrı tarafından verilmiş olan kutsal topraklara geri götürecek, orada Süleyman mabedini tekrar inşa edecektir. En önemlisi Mesih, Hz. Davut dönemindeki gibi büyük bir devlet kuracak, Yahudileri dünya üzerindeki bütün toplumlara hakim kılacak ve Yahudiler tüm insanların efendisi olacaktır.

Yahudiler Mesih’e doğaüstü güçler de atfetmiş, Tanrı’dan kut alan Mesih, ilahi yönüyle Tanrı’nın gücüne sahip ve beşeri yönüyle Hz. Davut’un soyundan olacak büyük bir kral olarak tasvir edilmiştir. Bunun sebebi, ancak ilahi yönü güçleri olan ve bu güçlerini kullanabilen birinin Yahudilerin beklentilerini karşılayabileceğine inanmalarıdır.

Geleneksel Yahudi inancı, Mesih’in arzu edildiği gibi bir an önce gelmesi için Yahudilerin ahlaki yönden iyi bir yaşam sürmeleri ve iyiliğe yönelmeleri gerektiğini vaaz eder.

Siyonist öğreti, Yahudilikteki Mesih inancını da istismar etmiş, emelleri uğrunda araçsallaştırmıştır. Bu yolda pek çok sahte Mesih uydurmaktan çekinmemiştir.

Geleneksel Yahudiliktekinin aksine Siyonist öğretide Mesih, iyiyle kötüyü ayırt etmek, bozulan dünya nizamını düzeltmek ve Yahudileri hakim kılmak için gelecektir. Bu nedenle, o gelmeden önce dünyada kurulu tüm düzenlerin yıkılması, iyi olan her şeyin yok olması gerekir.

İşte Siyonizm bu inanışla, Mesih’in gelişini hazırlamak ve hızlandırmak için dünyada bozgunculuk yapmayı, düzenleri yıkmayı, savaşlar çıkarmayı kendine görev edinmiştir. Siyonistler dünyada karışıklık ve savaş çıkarmayı, haksızlık ve katliamları, dünyayı ifsad etmeyi dini bir vecibe anlayışıyla yerine getirirler. Siyonizmin doğasındaki bu sapkın anlayış, dün olduğu gibi bugün de insanlık için en büyük tehlike olmaya devam ediyor.

1.6.4.5. / 5. Hedef : Mesih’in Gelmesi ve Süleyman Mabedini Yapması

1.6.4.5.1. Yahudilikte Süleyman Mabedi

Yahudi inancı (Musevilik)’nda mabed anlayışı diğer dinlerde olduğundan büyük oranda farklılık gösterir.

Yahudilikte mabed kavramı temelde Süleyman Mabedi (Beth ha-Mikdaş / Kutsal Ev)’ni ifade eder, o bütün mabedlerin kaynağı kabul edilir. Bazı ibadetlerin eda edilebildiği tek mekan Süleyman Mabedi’dir. Bu manada Süleyman Mabedi dinle tamamen bütünleşmiştir. Süleyman Mabedi’nin dinin ayrılmaz bir parçası olması nedeniyle Yahudilik “mabed merkezli din” olarak vasıflandırılır.

Süleyman Mabedi inşa edildikten sonra dünyanın herhangi bir yerinde Tanrı adına başka bir mabedin yapılması ve kurban sunulması yasaklanmış, gelecekte Kudüs’teki mabed dağının dışında başka bir yerde mabed yapılamayacağı bildirilmiştir.

İnşasından sonra Süleyman Mabedi, Yahudiler için ibadet merkezi olmuş, Yahudilikte bu Mabedin dışında ibadet edilemeyeceği anlayışı ortaya çıkmıştır. Böylece doğrudan Süleyman Mabedi ile ilişkilendirilen ibadet de mabed merkezli bir mahiyet kazanmıştır.

Bu nedenle Süleyman Mabedi Yahudilikte hem dinin, hem de ibadetin temel gereklerinden biri kabul edilmektedir.


Yapıldığı Dönemde Süleyman Mabedi (Modelleme)

 

Süleyman Mabedi, Yahudiler için dini olduğu kadar tarihi ve kültürel açıdan da büyük önem taşır. Öyle ki Yahudiler tarihlerini mabedin yapılış ve yıkılışına göre dönemlere ayırmışlardır.

Tevrat’a göre Davut oğlu Süleyman, Mabed’in yapımına MÖ 964’de başlamıştır. Mabed için, günümüzde Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa olarak bilinen tarihî eserlerin bulunduğu ve İslam literatüründe Harem-i Şerif olarak nitelendirilen yer seçilmiş ve yapımı MÖ 957 yılında tamamlanmıştır. Yahudiler, Mabedin ilk kez yapıldığı MÖ 957 ile Babilliler tarafından MÖ 587’de yıkılmasına kadar geçen süreyi “1. Mabed Dönemi” olarak nitelendirirler.

Mabed’in yıkılmasından sonra Babil’e sürgün edilen Yahudiler Kudüs’e döndüklerinde Süleyman Mabedi’ni tekrar inşa etmişlerdir. İkinci Mabedin tamamlandığı M.Ö. 515 yılından, Romalılar tarafından yıkıldığı MS 70 yılına kadar geçen süre Yahudi tarihinde “2. Mabed Dönemi” olarak anılır.

Süleyman Mabedi’nin yıkılması, Yahudi dininde ve tarihinde bir dönemin sonu olmuştur. Yahudi kaynaklarında Mabedin yıkılmasına yol açan dini sebepler, genellikle Yahudilerin itikad konusundaki sapmalarından ve Tanrı’yla ilişkilerinde gösterdikleri zaafiyetlerden oluşmaktadır. Putperestlik, Tanrıya ihanet, ahlaksızlık, Şabat gününe Tanrının istediği gibi riayet etmeme ve insanların haksız yere öldürülmesi başlıca nedenler olarak zikredilir.

Süleyman Mabedi Yahudilerin hayatında dini, milli, sosyal ve kültürel açıdan büyük öneme sahip olmuştur. Öncelikle Mabed Tanrı ile Yahudiler arasındaki antlaşmanın sembolü olan Ahit Sandığı’na koruyucu bir mekân yani Tanrı’nın evi olduğundan önem arz etmiştir. Mabedin, Tanrı ile Yahudiler arasındaki irtibatı sağladığına inanılmış, bu nedenle Mabedin yıkılmış olduğu süre boyunca Yahudiler, Tanrıyla iletişim kuramadıklarını düşünmüşlerdir.

Tevrat’a göre Tanrı bazı peygamberlere ilahi varlığını Süleyman Mabedi’nde göstermiş ve peygamberlik görevini burada vermiştir. Ayrıca, Yahudi inancına göre kurban ve hac ibadetleri ancak Süleyman Mabedinde icra edilebilir.

Süleyman Mabedi, Yahudilerde sosyal yönüyle de önem arz etmiştir. Özellikle Yahudi liderler ve peygamberlerin halkla bir araya geldikleri bir merkez olmuştur. Süleyman Mabedi, zaman içerisinde düşüncelerin açıklandığı toplumsal bir forum haline gelmiştir. Bazı Yahudi âlimleri, Süleyman Mabedi’nde her gün ders vermiştir. Mabedde ders verenlerden birisi de Hz. İsa olmuştur.

Yahudilerin hayatında bu denli öneme sahip olan Mabedin yıkılmasının da elbette dini kültürel ve sosyal alanlarda etkileri olmuştur. Yahudilikte Süleyman Mabedinde icra edilmesi gereken kurban, üç hac bayramı ve Yom Kipur gibi ibadetler, mabedin yıkılmasından sonra yerine getirilememiştir. Yahudi milletini ve kültürünü birleştiren Süleyman Mabedi, İsrail’in bağımsızlığının da sembolü olmuş, Mabedin yıkılması İsrail’in bağımsızlığının sonunu ifade etmiştir.

Yahudiler, yaklaşık iki bin yıldır mahrum kaldıkları mabedin yeniden inşa edilmesini vazgeçilmez saymakta ve mabedin inşasına imkan verecek şartları oluşturmak için çabalarını sürdürmektedirler.

1.6.4.5.2. Siyonizmin Mabed Rüyası

Siyonist ideoloji ise Süleyman Mabedinin Yahudiler nezdindeki önemini istismarla, kendi amaçlarına alet etmiş ve onun yeniden inşası için Mesih’i getirmek gibi ütopik ve sapkın bir hülyanın peşine düşmüştür. Siyonizm, Mesih’in gelmesiyle mabedin bizzat Tanrının eliyle inşa edileceğine inanır. Bu siyonizmin, sözde Tanrının desteğini arkasına alma rüyasıdır.

Siyonistlere göre, Süleyman Mabedi’nin yapılabilmesi için, aynı yerde yapılmış olan Müslümanların kutsal mescidi Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekmektedir.

Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk kıblesi, İslam peygamberi Hz. Muhammed’in miraca çıktığı yerdir. Ayrıca, Mescidi Haram ve Mescidi Nebevi ile birlikte İslam’ın üç kutsal mescidinden biridir.

Siyonizm, Mesih’in Süleyman Mabedini yapabilmesi için Mescid-i Aksa’yı yıkacağını açıkça ilan eder. Bugün İsrail devletinin, arkeolojik kazı maskesi altında Mescid-i Aksa’nın altında kazılar yapması, bu emele yönelik tecavüzün canlı örneğidir.

Kendi mabedini yapmak için, bir başka mabedi yıkmak gibi hiçbir dini inanca sığmayacak bu yaklaşım tarzı, siyonizmin başka hiçbir inanca yaşama hakkı tanımama anlayışının ürünüdür.

Üç büyük dinin kutsalı Kudüs’te, 144 dönümlük Mabed Tepesi (Harem-i Şerif)’nde, üç dinin mensuplarının, barış içinde, özgürce ibadet edebilmeleri elbette mümkündür. Bölgedeki 400 yıllık Osmanlı idaresi, bu tecrübeyi insanlığa sunmuştur. Ancak, bölgenin Osmanlının elinden çıkışıyla birlikte, siyonizm bölgede kasten ve sûni şekilde bir mabed sorunu üretmiştir.

Çatışma ve karışıklıktan beslenen siyonizm, günümüzde Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bu sorunu, barış içinde çözüm imkanı varken, çatışmayı körüklemeyi özellikle sürdürüyor.


Mescid-i Aksa’dan Bir Görünüş



Mescid-i Aksa’nın Haremi Şerif İçerisindeki Yerini Gösterir Fotoğraf

 

1.6.4.6. / 6. Hedef: Mesih’in Büyük Savaşta, İnanmayanları (Yahudi Olmayanları) Öldürmesi

1.6.4.6.1. Üç Dinde “Büyük Savaş”

Dini literatürde geçen büyük savaş, Yahudilik’te Har Megido, Hıristiyanlıkta  Armageddon, İslam kültüründe Melhame-i Kübra, dünyayı alt üst edecek kadar çetin ve şiddetli olacak bir savaşı ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte bu savaşa dair üç dinin söylemlerinde yorum farkı bulunmaktadır.

İslam'da bu savaşın Amik ovasında; Hristiyanlık ve Musevilikte ise Megido Dağının eteklerinde yapılacağına inanılmaktadır. Megido Dağı, İsrail'in Megido Bölgesi'nde Nasıra'nın güneyinde bulunan bir tepedir.

İslami kaynaklara göre, burada bir milyonluk İslam ordusu ile bir milyonluk küfür ordusunun birbirleriyle savaşacağı inanılmaktadır. Mehdi bu savaşla ortaya çıkacak, Mesih ise yer almayacaktır. Hıristiyanlıkta ise savaşın İsa Mesih'in önderliğinde olacağına inanılmaktadır. Musevilikte ise İsa Mesih olarak kabul edilmez ve onlara göre beklenen Mesih İsa değildir.

İslam’a göre, Deccal dünyaya şerri hakim kılmak için savaşacak, Tanrılık iddiasında bulunacak ve pek çok Yahudi Deccale tabi olacaktır. Deccalin çıkışıyla birlikte Mehdi de gelecek ve taraflar arasında çok kanlı bir savaş olacaktır.

Kitab-ı Mukaddese göre Armageddon bizzat Tanrının iyi ve kötü ile savaşıdır. Bu savaş insanlık tarihinin son savaşı olacak ve sonrasında yeryüzünde savaş olmayacaktır. Hz. İsa’nın bizzat yer alacağı bu savaşta, kötülük sonsuza kadar kaybedecektir. Bu nedenle Hristiyanlar Armageddon için "Tanrının savaşı" ifadesini kullanırlar.

Kitab-ı Mukaddese göre, başlarında Deccal olmak üzere dünyadaki tüm krallar askerlerini bu bölgede toplayacaklar ve İsa Mesih’e karşı savaşacaklar. Savaşta Hz. İsa, tüm zalimleri yok edecek ve dünyaya gerçek adaleti getirecektir.

1.6.4.6.2. Yaşatmayan, Öldüren Din Hayali

Kitab-ı Mukaddes'e göre, Armageddon eski düzenin sonu ve yeni düzenin başlangıcını oluşturan bir dönüm noktası olacak, Armageddonda yalnızca Atanmış Kral'ın tarafındaki inananlar sağ kalacaklar, diğerleri ise yok edilmiş olacaklar. Hayatta kalanlar için İsa Mesih’in yeryüzünü cennet haline getireceği göksel bir yönetim dönemi başlayacak ve bunlar eski dünyanın bütün dertlerinden uzak sonsuz bir yaşama kavuşmuş olacaklar. Atanmış Kral (Mesih) Armageddondan sonra yeryüzünde 1000 yıl kral olarak hüküm sürecektir.

Buna göre, kurulacak yeni dünya düzeninde dünya krallığı oluşacak, bu küresel hakimiyetin merkezi Kudüs olacaktır. Bu krallık eski Roma İmparatorluğu modeliyle yönetilecek, ulus devletler olmayacak ve tek bir uluslararası askeri güç var olacaktır.

Aslında bütün bu senaryonun bize söylediği şey şudur; Tek devlet, insanlığın itaat ettiği tek otorite ve Yahudilerin tüm insanlığa hükmettiği sonsuz bir cennet!

Anlaşılacağı üzere, siyonist ideoloji; Önce tüm düzenleri bozar, sonra dünyayı düzeltmesi için büyük savaşı çıkararak Mesih’i çağırır, Mesih dünyayı düzeltir, kötüleri öldürür, Yahudileri dünyaya hakim kılar ve onlara bin yıl (aslında sonsuz) sürecek bir yeryüzü cenneti kurar.

Siyonizm, kendi cenneti için insanlığın ölmesini isteyen hastalıklı bir ruh hali ortaya koyuyor. Öte yandan Mesih’i kirli emellerini yaptıracağı bir figür olarak tasarlayacak kadar sapkın ve yüzsüz.

Siyonist öğreti, Tanrı, Tanrısal güç, Mesih, kutsal, mukaddes gibi teolojik kavramları sıklıkla kullanır. Bununla Siyonistler, Tanrının hep kendilerinin yanında ve kendileriyle beraber olduğu iddiasını beslemeye çalışırlar. Tanrıyla aldatmak siyonizmin rutinidir.

Tüm bu senaryoda anlatılanların ne kadar ütopik ve sürrealist olduğu elbette ortada. Ancak bu yazının konusu bunların ne denli gerçek dışı olduğu değil.

Bizi ilgilendiren asıl konu, siyonizmin bu hülyalara ulaşmak için durmaksızın gerçekleştirdiği eylemler. Siyonizm bu ütopya uğrunda, dünyada sürekli karışıklık çıkarmaya, milletleri bir birine düşürmeye, savaş kışkırtıcılığı yapmaya devam ediyor. Bu durum siyonizmi insanlık için olağanüstü tehlikeli yapıyor.

Öte yandan bir diğer önemli mesele de siyonizmin insanlık için düşlediği bu dehşetli kurguyu benimseyen, hatta hararetle destekleyen grupların varlığıdır. Bunların en başta gelenleri, Hıristiyan Siyonistler olarak da adlandırılan Evanjel tarikati mensuplarıdır.

Özellikle Amerika’da son derece etkin konumda olan Evanjelistler, İsa Mesih’in bir an evvel gelmesi için büyük savaşın hemen gerçekleşmesini arzular ve bu yönde ciddi propagandalar ve eylemler yaparlar. Evanjelistler bu durum için “Tanrıyı kıyamete zorlamak” tabirini kullanırlar ve kendilerinin bu konuda Tanrıya yardımcı olduklarını iddia ederler. Kutsal kitaplarında geçen kıyamet alametlerini gerçekleştirmek için yoğun çaba sarf eder ve bu nedenle Yahudilere destek olurlar. Çünkü inanışlarına göre son savaş Müslümanlar ile Yahudiler arasında olacaktır.

Evanjelistler, siyonizmin dünyadaki en sadık destekçileridir. Özellikle Amerikan dış politikasını yönlendirebilecek pozisyonda olan Evanjelistler dünyada savaş ve karışıklık çıkarma konusunda siyonistlerle yarışırlar. Bugün dünyadaki neredeyse tüm çatışma ve savaşların arkasında bu ikili vardır.

Kendi mutluluk hülyası için kurulmuş tüm düzenleri, medeniyetleri, insanlığı yok etmeyi hedefleyecek kadar barbarlaşmış siyonist ideoloji, insanlık için büyük tehlike olmaya devam ediyor.

 

1.4.4.7. / 7. Hedef: Mesih’in Dünyada Tüm İnsanlığın Üzerine Yahudileri Hakim Kılması

Siyonizmin bir diğer rüyası da, büyük savaş (Armageddon)’tan sonra; İsa Mesih’in dünyadaki tüm insanlığın üzerine Yahudileri hakim kılmasıdır.

Kitab-ı Mukaddes'e göre büyük savaş, kötülüğe karşı iyiliğin, zalime karşı adaletin zaferidir. Yahudiler inananlar olarak Mesih’in yanında yer almış ve millet olarak dünya egemenliğini hak etmişlerdir.

Savaşın ardından kurulacak yeni dünya düzeninde, Kudüs merkezli dünya krallığında tek devlet olacak, bu devleti yönetecek Yahudiler  tüm insanlığa hükmedecektir.

Yahudilerin bu hakkı kendilerinde görmeleri muharref Tevrattan aldıkları “seçilmiş millet” inancına dayanır. Buna göre, İsa Mesih’in kuracağı sonsuz yeryüzü cennetinin egemenleri Tanrının seçtiği millet olan İsrailoğulları (Yahudiler) olacak ve sonsuz, mutlu bir yaşama kavuşacaklardır.

Aslında şu ana kadar saydığımız siyonizmin bütün emelleri bu maddedeki dünya hakimiyeti emeline ulaşmak içindir. Temel hedef, insanlığa hakim olmaktır. Tüm kurgu ve tüm eylemler bu hedefin gerçekleşmesi içindir.

Bu, seçilmiş milletin hakkıdır. Onlar seçilmiş, üstün ırk ve Tanrının milletidir. Bu anlayış Yahudi kibrinin de zirvesidir.

Böylesi bir emeli güden siyonizm, dünyevi ihtirasların peşinde, barış ve insani değerlerden uzak ve gerçeklikten kopuk bir ütopya olmayı sürdürüyor.

1.6.4.8. / 8. Hedef: Bu Düzende Bin Yıllık Dönemin Yaşanması

Ahiret inancı olmayan Yahudiler kendi cennetlerini bu dünyada kurmak isterler. Bunu İsa Mesih’e yaptırmaya kalkmaları ise “bu Tanrının isteğidir” deyip kutsallaştırma çabasıdır.

Öldükten sonra tekrar dirileceğine, hesap gününde yaptıklarının hesabını vereceğine inanmayan Yahudiler cenneti bu dünyada yaşamak isterler. O yüzden böylesi imkansız hayallerin peşine düşerler.

İzah ettiğimiz gibi siyonizm, baştan sona, dünya hırsı, kibir ve sapkınlık üzerine kurulmuş tehlikeli bir yapıdır.

 

1.7. YAHUDİLERİN SADIK HİZMETKÂRLARI EVANJELİSTLER

Evanjelizm sözcüğü “Kitab-ı Mukaddes'e dönmek veya yönelmek” anlamına gelir. Evanjelist kelimesi ise "Hristiyanlık bildirisini vaaz eden, yayan kişi" anlamını taşır. Evanjelistler, Amerika’yı kuran muhafazakar Protestan mezhebi Puritenlerin devamıdır.

Esasen Evanjelizim 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Bazı siyonist Yahudiler yaptıkları özel çalışmala, klasik Hristiyan düşüncesi ve bakış açısını deformasyona uğratmışlardır.

Özellikle İngiltere’de Evanjelizm, Hıristiyanlığın literatürünü tarihi tahrip ederek, Yahudi karşıtı tutumunu ortadan kaldırmaya yönelik çabalarında başarılı olmuştur. Siyonistlerin yoğun çabalarıyla, 20. yüzyılın başlarında, farklı fikir ve inançlar, “İncil tefsiri” adı altında Hıristiyanlığa sokulmuştur.

1.7.1. Tanrıyı Kıyamete Zorlamak

Evanjelistler Yahudilerin seçilmiş millet olduğuna, ahir zamanda İsa Mesih’in Kudüs’e ineceğine, büyük savaşta (Armageddon) inanmayanları yeneceğine, kendilerini dünyaya hakim kılacağına inanırlar.

 

Mesih’in gelmesi için, dünyanın sıfır noktasına dönmesi, bunun için dünyadaki bütün düzenlerin yıkılması gerektiğine inanır, bu nedenle kıyameti çabuklaştırmak ya da “Tanrıyı kıyamete zorlamak” dedikleri sapkın inanışla, dünyada her türlü kaos ve savaşı teşvik eder ve Yahudilere koşulsuz destek verirler.

Dünya hakimiyeti için Siyon merkezli büyük İsrail’in kurulması ve tam güvenliğinin sağlanması gerektiğine inanırlar. Siyonistlerin hedefleri siyasi, Evanjelistlerinki ise dinidir.

Esasen Evanjelistler, Hıristiyan Siyonistlerdir ve başta Amerika olmak üzere, Batı ülkelerinin yönetimlerinde son derece etkindirler.

1.7.2. Evanjelistlerin Amerikan Dış Politikası Üzerindeki Etkileri

Amerika’nın dış politikası, realist olsa da, dinin etkisi dış politikada kendisini gösterir. Dini grupların dış politika üzerinde etkili oldukları bilinen gerçektir. Bunlardan en belirgin olanı Yahudi lobisi ve onların koşulsuz destekçileri Evanjelistlerdir. Bu ikili, Amerika’nın Ortadoğu özellikle de İsrail politikasında belirleyici rol oynar.

 

Hıristiyan Siyonistler olarak anılan ve günümüzde Amerika’daki sayıları 100 milyona ulaşan Evanjelistler Amerikan siyasetinde daha çok Cumhuriyetçileri desteklerler. 1980’de Ronald Reagan'ın, 1989`da Baba Bush’un, 2001 yılında Oğul Bush’un, 2017’de Trump’ın Başkan seçilmesinde etkin rol oynadılar.

Evanjelist hareket sayesinde Amerika’nın İsrail'e olan desteği, 70'li yıllardan itibaren sürekli artarak devam etti. Günümüzde ise Amerika’yı yöneten Evanjelist zihniyet, İslam dünyasına karşı modern haçlı seferini başlatmış durumda.

Sonuç itibariyle Siyonistler, inançlarında tahribat yaparak Evanjelistleri, Evanjelistler sayesinde de Amerika’yı arakalarına alarak hedeflerine bir bir ulaşıyorlar.

Amerikan destekli Siyonizm, tüm dünyayı bir “ateş çemberinin” içine adım adım çekmeye devam ediyor.

 

1.8. BÖLÜM SONU NOTU;

Son olarak, “Gerçek barış için çıkar yol nedir?” sorusuna, Filistinli mültecilerin sorunları için kurulan Birleşmiş Milletler Ajansı’nda uzun yıllar görev yapmış John Davis’in şu cevabı çarpıcı ve kayda değerdir.

 “Dünya kamuoyu, hatta zaman içinde muhtemelen İsrail halkı, siyonizmi mevcut çatışmanın ana sebebi olarak görme noktasına gelecek, böylece İsrail’in gerçekleştireceği de-siyonizasyon barışın nihaî temeli olacaktır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. BÖLÜM

 

FİLİSTİN-İSRAİL ÇATIŞMASININ BÖLGEYE VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ

 

2.1. BÖLGEYİ NE BEKLİYOR?

Yaşadığımız iki dünya savaşı, emperyal güçlerin dünyayı paylaşma kavgasının ölümcül hamleleriydi. Dünyada değişen koşullar, güç dengelerini de değiştirir. Bu da kurulu düzene karşı değişim taleplerini yükseltir. Bu talepler barışçıl yollardan karşılık bulamadığında, yeni düzen savaşla kurulur.

Günümüz dünyası, ağırlık merkezlerinin kaydığı, güç dengelerinin değişmekte olduğu ve emperyal düzenin yeni paylaşımlar dayattığı bir noktaya geldi.

İkinci dünya savaşı sonrası kurulan iki kutuplu düzen, SSCB’nin dağılmasıyla, Amerika etrafında tek kutuplu bir düzene evrilmişti. O günden bugüne yaşanan ekonomik gelişmeler, askeri güç değişimleri, yeni siyasi koşullar, dünyada yeni aktörlerin sahneye çıkmasına yol açtı. Bugün Amerika’nın dışında, Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Hindistan ve bu ülkelerin farklı ülkelerle oluşturdukları ittifaklar, dünyada yeni bloklar ve yeni güç odakları doğurmuş durumda.

Dünyada savaşların en önemli sebeplerinden biri, kaynaklara sahip olma hırsıdır. Bu kaynaklar kimi zaman su ve doğal madenler olabileceği gibi, daha çok da enerji kaynakları yani petrol ve doğal gazdır. Dünyadaki petrol ve doğal gaz rezervlerinin yarıya yakını Orta Doğuda bulunuyor. Ancak sorun şu ki, uzmanlara göre, bu rezervlerin 30 yıldan az bir ömrü kalmış durumda. Yani en geç 20 yıl içinde dünyada enerjinin yönü değişmek zorunda.

Orta Doğuda durum böyleyken, Doğu Akdeniz’de özellikle son 10 yılda zengin petrol ve doğal gaz yataklarının keşfi, dikkatleri bölgeye çevirdi.

 

Kuzey Afrika ve Ön Asya’yı da kapsayacak yeni emperyal paylaşımın kapışma noktası Doğu Akdeniz olacak. Bu durum Türkiye’yi hedef haline getiriyor.

 

2.2. DOĞU AKDENİZ’DE SULAR ISINDI

7 Ekimde Filistin-İsrail çatışmasının başlamasının hemen ardından, Amerika Doğu Akdeniz’e olağanüstü seviyede askeri güç yığınağı yaptı. En büyük iki uçak gemisini ve beraberinde görev gücünü İsrail açıklarına konuşlandırdı ayrıca Ortadoğu’daki üslerini hızla takviye etti.

Yine ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya, Güney Kıbrıs'taki üslere askeri yığınak yapıyor. Ayrıca bir ABD uçak gemisi de yanında destek filosu ve nükleer denizaltı ile beraber Güney Kıbrıs önlerine demirlemiş durumda.

11 Eylülü Afganistan’a girmek için bahane eden Amerika, aynı şekilde 7 Ekimi de Ön Asya ve Doğu Akdeniz’e olağanüstü yığınak yapmak için fırsat bildi.

ABD Ortadoğu'nun 11 ülkesinde, 54 bin asker bulunduruyor. Bu ülkeler; Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan, BAE, Mısır, İsrail, Suriye, Ürdün, Irak, Kuveyt ve Umman.

Öte yandan Doğu Akdeniz’de, farklı ülkelere ait 200’ü aşkın savaş gemisi bulunuyor. Ortadoğu ve Akdeniz, tarihinin en yüksek savaş ve imha kapasitesine ulaşmış durumda.

 

 

ABD’nin Ortadoğu’daki Askeri Üsleri

 

2.2.1. Devletlerin Doğu Akdeniz’deki Askeri Varlığı

ABD'nin; 3 Uçak gemisine ek olarak, destroyer adı verilen 4 savaş gemisi ve 2 denizaltısı bulunuyor. Destroyer savaş gemileri 400 Tomahawks füzesi taşıyor. USS Porter ile Kıbrıs'ın Larnaka açıklarındaki USS Donald Cook fırkateyni de mevcut.

İngiltere'nin; Kıbrıs adasında bir askeri üssü mevcut. Burada saldırı ve keşif özelliği olan Tornado GR4s uçakları ile 6 Typhoon savaş jeti var. Ayrıca konumları gizli tutulan saldırı ve akıllı denizaltıları ile HMS Duncan savaş gemisi de Akdeniz’de. 

Fransa'nın; Akdeniz’de Rafael savaş uçakları ve 8 adet denizaltısı mevcut.

Rusya’nın; Suriye'nin Lazkiye kentindeki Himeymim üssünde askeri var. Doğu Akdeniz’de uzun menzile sahip denizaltı-savar ile birlikte Admiral Grigorovich ile Admiral Essen fırkateynleri var. Suriye’nin Tartus limanında ise savaş gemileri mevcut.

Bütün bu askeri yığınağın, ufak çaplı bir Filistin direnişi nedeniyle ve ona karşı olamayacak kadar büyük olduğunu anlamak için askeri stratejist olmak gerekmiyor elbette. Öyleyse tüm bu olup bitenlerin arkasında başka bir plan, başka bir kurgu aramak gerek.

 

Devletlerin Doğu Akdeniz’deki Askeri Varlığı

 

2.2.2. Doğu Akdeniz’deki Enerji Rezervleri

ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi (USGS-US Geological Survey) tarafından 2010 yılında yayınlanan raporda;

Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan Levant Havzasında 3,45 trilyon metreküp (122 trilyon kübik feetlik) doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol bulunduğu,

Nil Delta Havzasında ise yaklaşık 1,8 milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp (223 trilyon kübik feet) doğalgaz ve 6 milyar varil sıvı doğalgaz rezervi olduğu,

Kıbrıs Adasının çevresinde ise 8 milyar varil olduğu söylenen petrol rezervinin yaklaşık değerinin 400 milyar dolar civarında olduğu,

Herodot olarak adlandırılan Girit’in güney ve güneydoğusundaki alanda biri 1,5, diğeri 2 trilyon metreküp olmak üzere toplam 3,5 trilyon metreküplük doğalgaz bulunduğunun tahmin edildiği açıklandı.

Bu araştırmalara göre,  Doğu Akdeniz’de yaklaşık olarak toplam değeri 1,5 trilyon dolar olan 30 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon yatakları bulunduğu tahmin ediliyor. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervinin, 2010 yılı tüketim miktarlarına göre,  Türkiye’nin 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu görülüyor.

Öte yandan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) tespitlerine göre, geleceğin enerji maddesi olarak kabul edilen gaz hidrat yatakları, Doğu Akdeniz’de de bulunuyor.

Antalya Körfezi ve civarı dahil olmak üzere Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yaklaşık 80.000 kilometrekarelik deniz yetki alanlarında zengin gaz hidrat yataklarının bulunduğu bildiriliyor. 3.000 kilometrekarelik bir gaz hidrat yatağının, AB’nin 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabildiği düşünüldüğünde, Türkiye’nin sahip olduğu yatakların ne denli kıymetli olduğu anlaşılıyor.

2.2.3. Yetki Alanlarında Anlaşmazlıklar

Diğer taraftan, Doğu Akdeniz’in sahip olduğu zengin enerji kaynakları, devletler arasında ciddi ihtilaf ve çatışmaları da beraberinde getiriyor. Bu çatışmaların en önemli nedenini deniz yetki alanları konusundaki anlaşmazlıklar oluşturuyor. Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan devletler, deniz yetki alanlarının sınırları konusunda ciddi görüş ayrılıkları yaşıyor.

İsrail – Lübnan : İsrail’in büyük rezervler keşfettiği Tamar ve Leviathan sahasında, Lübnan’la arasında anlaşmazlık sürüyor. Lübnan Tamar ve Leviathan sahalarının bir kısmının kendi deniz yetki alanında yer aldığını savunuyor.

Türkiye & Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti – Kıbrıs Rum Kesimi : Kıbrıs Rum esimi ile İsrail arasında 2010 yılında yapılan deniz sınırlarını belirleyen anlaşma, Türkiye tarafından, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin yetki alanları yok sayıldığı için geçersiz ilan edildi. Buna rağmen, Kıbrıs Rum yönetimi 2010 yılında, İsrail adına arama çalışmaları yürütmek üzere Noble Energy şirketine ruhsat verdi. Şirket 2011’de, Leviathan sahasının 30 kilometre batısında, Limasol'un 160 kilometre güneyinde yer alan 12 numaralı bloktaki Afrodit sahasında, 129 milyar metreküp kapasiteli ilk doğal gaz rezervini buldu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye, bölgede KKTC’nin da hakkı bulunduğu yönünde itirazlarını sürdürüyor, konu üzerindeki anlaşmazlık devam ediyor.

Türkiye & Libya – Diğer Devletler : Türkiye ile Libya’nın BM tarafından tanınan meşru hükümeti arasında 27 Kasım 2019 tarihinde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması imzalandı. İki ülkeyi denizden komşu yapan bu anlaşma, kıyı devletlerinin MEB iddialarıyla uyuşmadığından itirazlar alırken, Batılı devletleri de oldukça rahatsız etti.

Filistin – İsrail : İsrail’in Gazze’yi işgalinin çok yönlü sonuçlar doğuracağı muhakkak. Bu işgal aynı zamanda Filistin’in denizle bağlantısının kesilmesi ve deniz yetki alanlarının İsrail tarafından ele geçirilmesi anlamına geliyor. Böylece İsrail, bu alandaki Filistinlilere ait zengin enerji rezervlerini gasp etmiş olacak. İsrail Filistin’de sadece katliam yapmıyor, Filistinlilerin sahip olduğu her türlü zenginliğe de el koyuyor.

Zengin enerji kaynakları Doğu Akdeniz’in önemini artırırken, dünya devletlerinin iştahını kabarttığı da muhakkak. Anlaşmazlık yaşayan kıyı devletlerinin dışında, Doğu Akdeniz’e kıyısı olmayan Batılı devletler de bölgenin zenginliklerine göz dikmiş durumda.

 

2.3. TÜRKİYE İÇİN ASIL MESELE

Doğu Akdeniz’deki kaynakların adil ve sürdürülebilir paylaşımı bölgenin istikrarı için önemli olmakla birlikte, sınırları üzerindeki egemenlik devletlerin güvenlik meselesi ve kırmızı çizgisidir.

Uluslararası hukuka göre, devletler kıyılarından 200 deniz mili mesafeye kadar olan alanı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan edebilirler. Ancak bu kuralın uygulanması halinde, Doğu Akdeniz’in coğrafi yapısı ve kıyı devletlerinin birbirlerine olan mesafeleri nedeniyle, devletlerin MEB’lerinin kesişmesi, iç içe girmesi kaçınılmaz. Özellikle Türkiye’ye yakınlığı nedeniyle Kıbrıs Adasının herhangi bir kıyı ülkesiyle yapacağı MEB anlaşması Türkiye’nin yetki sınırlarını ihlal edecektir.

Nitekim Güney Kıbrıs Rum Kesiminin, KKTC ve Türkiye’yi yok sayarak, Yunanistan, Mısır, İsrail ve Lübnan’la yaptığı MEB anlaşmaları, Türkiye’nin deniz yetki alanlarını fiilen ihlal etmektedir.

Türkiye, Filistin yönetimiyle ikili MEB anlaşması imzalamak için yoğun çaba harcamış, ancak son aşamada, İsrail’in Filistin’deki işgalci tutumu ve son olarak da Gazze saldırıları, bu anlaşmanın gerçekleşmesine engel olmuştur.

Batılı devletlerin de desteğiyle, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, Mısır, İsrail ve Lübnan arasında yapılan MEB anlaşmalarını kabul etmek, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklarından vazgeçmesinin ötesinde, kendi karasına hapsedilmesi ve deniz yetki alanlarındaki ulusal egemenliğine kast edilmesi anlamına geliyor. Bu durum Türkiye için savaş sebebidir.

İşte Doğu Akdeniz’e bunca askeri yığınağın yapılması öncelikle Türkiye’ye karşı caydırıcı unsur oluşturulduğunu ancak her halükarda Türkiye ile sıcak çatışmanın göze alındığını gösteriyor. Bölgede gelinen noktada, büyük İsrail projesine de hizmet edecek şekilde, asıl hedef Türkiye’dir. Ortadaki durum Filistin meselesi değil, bizatihi Türkiye’nin milli güvenlik ve beka meselesidir.

Doğu Akdeniz, gerek sahip olduğu muazzam enerji kaynakları, gerekse Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kavşak noktası olmasından ötürü stratejik önemi nedeniyle, yakın gelecekte Türkiye’nin de dahil olacağı sıcak çatışmalara gebe görünüyor.

 

2.4. BÖLGE BÜYÜK İSRAİL İÇİN HAZIRLANIYOR

 “Filistin İslam dünyasının Sarı Öküzüydü.

Ve sürü Sarı Öküzü verdi, mukadder sonunu bekliyor gaflet içinde.”

Büyük İsrail’i kurma hayali peşinde, İsrail-Amerika ittifakının bölgedeki işgal planı, karadan ve denizden iki yönlü işliyor. Siyonizm, konjonktür itibariyle tarihinin en avantajlı pozisyonunu yakalamış durumda. Amerika ve Batılı devletlerin tam desteğini arkasına almış olmasından başka, İslam ülkelerinin dağınık, hatta birbirlerine düşmüş halleri, İsrail’e aradığı fırsatı fazlasıyla sunuyor.

Esasen bölgedeki büyük plan, 2010 yılından itibaren uygulamaya konuldu. Adına ironik şekilde “Arap Baharı” denilen operasyonla, İsrail’in güvenliği ve Doğu Akdeniz’in işgale hazır hale getirilmesi için, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da pek çok ülkenin yönetimleri değişti.

Bu operasyon öylesine etkili oldu ki, Siyonist Netenyahu Gazze saldırısı konusunda Arap devletlerinin liderlerine küstahça “sesinizi çıkarmayın ve oturun yerinize” dediğinde, hiçbirisi karşılık verebilecek bir onur sergileyemedi. Şimdi sıra sınırların değişmesine geldi ve o liderler başlarına geleceği gaflet ve acziyet içinde bekliyorlar.

Bölgede büyük İsrail projesinin önündeki tek engel ve gerçek güç Türkiye. Dünyada ise iki ülke var, Rusya ve Çin.

İsrail-Amerika ikilisinin bölgedeki planları için, iç savaş sırasında Suriye yönetimini destekleyen ve hem ülke içinde, hem doğu Akdeniz’de askeri güç bulunduran Rusya bölgede zayıflatılmalı, mümkünse bölgeden çekilmesi sağlanmalıydı. Rusya-Ukrayna savaşının çıkarılmasının nedenlerinden birisi budur. Amerika, Ukrayna’yı Rusya’nın başına bela etmiş ve Ukrayna’ya verdiği destekle savaşı uzatarak Rusya’yı olabildiğince yıpratmayı, askeri gücünü zayıflatılmayı ve cephanesini tüketmeyi hedeflemiş, böylece Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de kendi elini rahatlatmak istemiştir.

Öte yandan Amerika, Çin’i de askeri çatışmaya sokmak için uzun süredir çaba harcıyor. Amerika tıpkı Rus-Ukrayna savaşında yaptığı gibi, Tayvan’ı Çin’e karşı uzun süre kışkırttı, bir çatışma için her yolu denedi, ancak Çin bu oyuna gelmedi.

Bölgedeki nihai hedeflerine ulaşma yolunda keskin bir viraja giren İsrail-Amerika ikilisi, tüm dünyayı etkileyecek uzun soluklu bir hamle başlattı. Bölgede dönüşü olmayan bir döneme girildi.

2.4.1. İsrail Durmayacak

İsrail’in Gazze’yi tamamen işgali yakın gözüküyor ve İsrail durmayacak, büyük İsrail’i kurma hayaliyle vaadedilmiş toprakları ele geçirmeye girişecek.

İsrail’in istediği topraklar bugün bölgede Türkiye dahil 10 ülkenin sınırları içerisinde yer alıyor. Yani bu plan bugün, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Irak ve Kuveyt topraklarının tamamının, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye ve İran topraklarının bir kısmının İsrail toprağı olması manasına geliyor. Türkiye’nin güneydoğusunda yer alan 20 il de bu topraklar arasında.

Siyonist İsrail, Gazze’den sonra, Amerika’nın desteğiyle, Batı Şeria, Lübnan ve Ürdün’ün batısını işgal edecek. Daha sonra Suriye içlerine doğru ilerleyecek. Vaadedilmiş toprakların sınırı olan Fırat nehrine kadar gitmek isteyecek.

Suriye’nin kuzeyinde ise Türkiye’ye karşı bambaşka bir hamle planlanıyor. Bu konuya ileride değineceğiz.

Mamafih, bugün yaşanan çatışma Filistin meselesi değil aksine, Türkiye’nin varlık ve beka meselesidir.

2.4.2. Amerika’nın Planı Ne?

İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ardından Doğu Akdeniz’e olağan dışı askeri yığınak yapan Amerika, İsrail’e güvenlik şemsiyesi sağlamanın yanı sıra, buradaki zengin enerji kaynaklarından da büyük pay kapmanın peşinde. Amerika’nın bölgedeki askeri gücünü kullanarak, Doğu Akdeniz’in önemli kaynaklarının işletmesini Amerikan şirketlerine alacağı muhakkak.

Yine izah ettiğimiz gibi, Amerika İsrail’in bölgedeki yeni işgallerine askeri, mali, siyasi destek vermeyi ve İsrail’in güvenliğine tehdit oluşturan unsurlara karşı önleme faaliyeti yapmayı sürdürecek. Amerika’nın bölgedeki İsrail bekçiliği devam edecek.

Bölgeye yapılan olağanüstü askeri yığınak, yakın bir savaşın göstergesi. Bölge, siyonist emeller uğruna, tüm dünyayı etkileyecek, büyük bir savaşa doğru sürükleniyor.

Bütün bu planlar içerisinde Türkiye, gerek askeri gücü, gerekse NATO üyesi olması nedeniyle ayrı bir yerde duruyor. Bu nedenle İsrail ve Amerika Türkiye ile doğrudan bir çatışmaya girmek istemiyor. Bunun yerine Türkiye’ye karşı Kürt kartı öne sürülecek. Bu konuya ileride değineceğiz.

Öte yandan Amerika Türkiye’yi, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Afrika, Karadeniz ülkeleri ve Orta Doğudaki üslerle çepeçevre kuşatmış durumda. Özellikle Yunanistan ve Güney Kıbrıs’taki üslerin, teknik altyapısının ve askeri kapasitesinin olağan dışı yüksek olması karşısında, Türkiye’nin NATO içerisinde yüklendiği misyonun, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a kaydırıldığı yorumunu yapmak yanlış olmayacaktır.

Gerçek şu ki, Amerika bölgede Türkiye’ye ihtiyaç duymayacağı yeni bir düzen kuruyor.

 

2.5. AMERİKA VE BATILI ORTAKLAR RAHATSIZ

Türkiye Amerika ile NATO’da müttefik, ayrıca iki ülke arasında stratejik ortaklık anlaşması bulunuyor.

Ancak özellikle Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Arap Baharı operasyonunun başladığı 2010 yılı sonrasında, Türk-Amerikan ilişkileri, müttefiklik ruhuna uygun yürümüyor. Aksine, Amerika Türkiye’ye karşı çoğu zaman düşmanca denilebilecek yaklaşım ve uygulamalar sergiliyor.

Gerçekten Amerika’nın Türkiye’yi de dahil etmek istediği BOP, büyük İsrail’in yolunu açmak için planlanmış, Arap Baharı operasyonu, Kuzey Afrika ve Orta Doğuda binlerce Müslüman’ın ölümüne, daha fazlasının evsiz-yurtsuz kalıp, göç etmesine yol açmıştır.

Başlangıçta Büyük Ortadoğu Projesine sıcak bakan Türkiye, kısa sürede projenin gerçek amacını ve bölge için taşıdığı büyük tehlikeyi fark ederek, projenin uygulanmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Bu durum, Amerika’da ciddi rahatsızlık doğurdu.

Bu noktadan sonra Türk-Amerikan ilişkileri, son derece gergin ve problemli bir sürece girdi. Özellikle 2013'ten itibaren arka arkaya yaşanan ciddi krizler iki ülke ilişkilerini son derece olumsuz yansıdı.

2013’te Türkiye'de yaşanan Gezi olayları, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin askeri darbeyle devrilmesi, ABD Suriye’de terör örgütü YPG’yi desteklemesi, 2016 yılında 15 Temmuz darbe girişimi ve Amerika’nın Gülen'i iade etmemesi, 2017 rahip Brunson krizi, Trump’ın Türk ekonomisine müdahalesi, Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla'nın ABD'de tutuklanması, S-400 krizi, Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması ve parasını ödediği F35’lerin teslim edilmemesi, 2017'de ABD'nin CAATSA kapsamındaki yaptırımların Türkiye'ye uygulanması, Barış Pınarı Harekâtı krizi, bu süreçte iki ülke arasında yaşanan krizlerden bazıları.

Türkiye ile Amerika ve Batılı devletler arasındaki ilişkilerin giderek bozulmasının pek çok nedeni var elbette. Ancak bunların tamamı “Amerika ve Batının Türkiye’den duyduğu rahatsızlık” şeklinde ifade edilebilir. Evet Amerika ve Batı Türkiye’den rahatsız, bazen yaptıklarından, bazen de yapmadıklarından dolayı.

Öncelikle Türkiye, pek çok açıdan artık eski Türkiye değil. Yeni Türkiye’nin eskisinden en önemli farkı, artık kendi çıkarlarını önceleyen bağımsız politikalar belirliyor ve kararlılıkla uyguluyor olması. Türkiye, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, yurt içinde ve yurt dışında her türlü milli çıkarlarını koruyacak kararları, kimseye sormadan, danışmadan, hatta itirazlara rağmen, kendisi veren ve uygulayan bağımsız bir ülke haline gelmiştir. Yani Türkiye, 15 Temmuz darbe girişiminden, tam bağımsız bir ülke olarak çıkmıştır. Artık Amerika ve Batı karşısında, eskisi gibi, söz dinleyen, denileni yapan bir Türkiye bulamıyor.

Elbette müttefiklerimizin (!) duyduğu rahatsızlık bununla sınırlı değil, başka nedenler de var;

1-) Bölgede: Türkiye Akdeniz’e en uzun kıyısı olan bölge ülkesi olarak Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramaları yapıyor. Libya’yla deniz komşuluğu ve ortaklık kurdu, bölge kaynaklarını ele geçiriyor. Askeri ve ticari açıdan stratejik boğazlar Türkiye’nin elinde, istediğinde Karadeniz’i kapatabiliyor. İsrail’e yakın konumda ve İsrail’in iddia ettiği vaadedilmiş toprakların bir kısmı Türkiye toprağı. Türkiye Ortadoğu’da en güçlü ve lider konumda olan Müslüman ülke ve Türkiye bölgede İsrail’in emellerine engel olacak tek gerçek güç.

2-) Dünyada : Türkiye dünyadaki üs sayısını ve nüfuzunu hızla artırıyor, Afrika’da milli bilinci uyandırıyor, sömürgeci ülkelerin çıkarlarını baltalıyor, Suriye’de kukla Kürt Devleti kurulmasına engel oluyor, Azerbaycan’a askeri destek veriyor, Karabağ’ı geri alıyor. Batıya göre Kıbrıs’ta halen işgalci ve Rumlara tehdit oluşturuyor. Rusya ve Çin’le yakın ilişkiler geliştiriyor, Rusya’dan savunma sistemleri alıyor. Türkiye bölgesel ve küresel sorunlarda, kendi tezlerini ve çözüm önerilerini ortaya koyuyor, masada yerini alıyor. Özellikle bölgesel sorunların çözümünde kilit rol oynuyor.

3-) NATO’da : Üye ülkelere göre Türkiye; NATO ittifak ruhuna aykırı davranıyor. Rusya’dan savunma sistemleri alıyor, Rusya’ya karşı Ukrayna savaşı ambargosuna uymuyor, İsveç’in NATO’ya girmesine engel oluyor, Egede saldırgan tutumuyla Yunanistan’a tehdit oluşturuyor.

4-) Savunma Sanayinde : Türkiye son yıllarda yaptığı atakla savunma sanayide dünyanın önde gelen ülkelerinden biri oldu. Türkiye, iha, siha, uçak gemisi, deniz altılar, uzun menzilli füzeler, hava savunma sistemleri geliştiriyor. Pek çok ürünü kendi ürettiği gibi, NATO üyesi ülkeler de dahil dünyada pek çok ülkeye ihraç ediyor. Türkiye bu alanda Amerika ve Batının pazarı olmaktan çıkmak üzere. Pek yakında insansız savaş uçağını uçurması halinde, dünyada oyun değiştiren güç olacak. Bu alanda Türkiye, önü alınamaz hale gelmek üzere.

Türkiye’nin geldiği bu nokta, Batılı dostlarımızca (!) çıkarlarına tehdit olarak algılanıyor. Amerika ve Batılı dostlarımız tüm hususlardan ötürü rahatsızlıklarını açıkça dile getirmekten çekinmiyorlar. Nitekim başkan Biden, 14 Ekim 2019 tarihinde yaptığı açıklamada, Türkiye’yi “Amerikan’ın ulusal güvenliği ve dış politikası için olağandışı ve olağanüstü bir tehdit” olarak değerlendirdi. Batıya göre, Türkiye artık yola gelmiyor.

Tüm bu gelişmelerle, Filistin-İsrail çatışması, büyük İsrail projesi, doğu Akdeniz’deki askeri yığınak birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin çok ciddi ve yakın bir tehdit altında olduğu aşikardır.

 

2.6. TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN YAKIN TEHLİKE

İzah ettiğimiz gibi, Türkiye’yi kendi çıkarlarına tehdit olarak algılayan Amerika ve Batılı güçler, çok geç olmadan Türkiye’nin önünü kesmek istiyorlar. Türkiye üzerindeki baskılarını artırmış durumdalar,  Türkiye için çember daralıyor.

Yakın bir zamanda, Amerika ve müttefikleri tarafından Türkiye’ye bir “talepler listesi” dayatılması kuvvetle muhtemeldir. Bu listeyle Türkiye’den;

* Doğu Akdeniz’de hatta Karadeniz’de aramalardan vazgeçmesi,

* Afrika’daki faaliyetlerine son vermesi,

* Libya’dan çekilmesi ve ortaklık anlaşmasını iptal etmesi,

* İnsansız savaş uçağı projesini durdurması,

* Suriye’de Kürt devleti kurulmasına göz yumması, müdahale etmemesi,

* Rusya ve Çin’le ilişkileri kesmesi,

* Rusya’ya karşı Ukrayna savaşı ambargosuna uyması,

* S400 savunma sistemini kullanılamaz hale getirmesi (taahhüt vermesi),

* Kıbrıs’tan asker çekmesi, toprak vermesi,

* Egedeki tezlerinden vazgeçmesi,

* Böylece Amerikan çıkarlarına ve İsrail’in güvenliğine tehdit olmaktan uzaklaşması istenecektir.

Türkiye bu talepleri kabul eder ya da en azından karşı tarafı tatmin edecek düzeyde geri adımlar atarsa, tansiyonun düşmesi ve yumuşak bir geçişle düzenin devamı sağlanabilir.

Aksi halde, Türkiye’ye müdahaleler gelmesi ihtimali beklenmelidir. Muhtemel müdahaleler;

2.6.1. Ekonomiye Müdahale:

Türkiye’nin bu taleplere olumlu yaklaşmaması halinde, Amerika ve müttefiklerinin başvuracağı ilk yol, alışıldığı üzere Türkiye ekonomisini çökertmeye çalışmak olacaktır. Bu amaçla;

- Dövize müdahale edilerek aşırı yükselmesi sağlanacak,

- Borsaya müdahaleyle yabancı yatırımcının ülkeden ani çıkışı ile borsanın çökmesi ve ülkeye finansman girişinin engellenmesi sağlanacak,

- Türkiye’nin kredi notu düşürülerek dış piyasalardan borçlanması engellenecek ve tüm bunlarla Türkiye yola getirilmeye çalışılacaktır.

2.6.2. Ambargo:

a-) Türkiye’nin Rusya ve Çin’le yakın ilişkiler kurduğu, NATO dışı ülke olan Rusya’dan savunma sistemleri aldığı, Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’ya uygulanan ambargoya uymadığı, NATO üyesi ülkelere (Yunanistan) karşı saldırgan tutum sergilediği ve tüm bunlarla NATO’da ittifak ruhuna aykırı davrandığı gerekçesiyle, Amerika müttefikleriyle birlikte Türkiye’ye ambargo başlatabilir.

b-) Türkiye’nin Afrika, Doğu Akdeniz ve Ön Asya’da izlediği politikalarla Amerikan çıkarlarına aykırı davrandığı suçlamasıyla, ABD Hasımlarına Karşı Yaptırım Yoluyla Mücadele Yasası (CAATSA) kapsamında Amerika tek başına Türkiye’ye ambargo başlatabilir.

 2.6.3. Siyasete-Yönetime Müdahale:

Türkiye’nin bölgedeki etkinliği ve Amerikan çıkarlarıyla çatışan uygulamalarının mevcut iktidarla özdeşleştiği aşikardır. Bölgede petrol ve doğal gaz aramaları, Libya’yla münhasır ekonomik bölge anlaşmasının, sağ konsolidasyon denebilecek mevcut iktidar döneminde olduğu gibi, İsrail’in yayılmacı politikalarına ve katliamlarına karşı sesini yükselten tek siyasi iktidar Türk hükümetidir.

Bu durumda Amerika için, ülkede milliyetçi-muhafazakar sağ cenahın iktidardan uzaklaştırılması için girişimlerde bulunmak bir seçenek olacaktır. Bu amaçla Amerika’nın;

Ekonomiye müdahale ve ambargoyla ülkeyi fakirleştirmek, ülke genelinde terör eylemleri ve bombalı saldırılarla güvenlik endişesi doğurmak, farklı kesimlerden kişilerin faili meçhul cinayetleriyle ülkede ayrışma ve kutuplaşma yaratmak, medya yoluyla manipülasyon yapmak gibi girişimlerle, sağ iktidara olan güven ve itimat duygusunu azaltarak, mevcut iktidarın değişmesi ve yerine eski Türkiye’de olduğu gibi söz dinleyen, Amerika ve İsrail çıkarları için tehdit teşkil etmeyen bir oluşumun iktidara gelmesi yönünde ciddi gayret ve çaba göstermesi muhtemeldir.

Bu yönüyle, mevcut zihniyetin iktidarını sürdürüp sürdüremeyeceği meselesi, Amerika’nın gelecekte Türkiye’ye yönelik politikalarını belirleyecek önemli bir unsur olarak karşımızda duruyor.

2.6.4. NATO’dan Çıkarma :

Ambargo maddesinde sayılan aynı gerekçelerle Türkiye NATO’dan çıkarılabilir, böylece tüm dünyaya, özellikle de NATO ülkelerine karşı korumasız ve savunmasız bırakılabilir.

2.6.4.1. Türkiye NATO’dan Çıkarılabilir Mi?

Türkiye 1952’de, Rus tehdidine karşı üyesi olduğu NATO’da, özellikle Rusya’ya karşı, ittifakın uç karakolu konumunda görev icra etmiş, ittifakın ikinci büyük askeri gücü durumundadır. Ancak bugün NATO’nun Türkiye’yi üye olmayan ülkelerden çok, NATO üyesi ülkelere karşı, en çok da Amerika’ya karşı koruduğunu söylemek yanlış olmaz. İzah ettiğimiz nedenlerle, yakın gelecekte Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması gündeme gelebilir. Esasen bir ülkenin NATO’dan çıkarılması ile ilgili bir hüküm ya da prosedür bulunmuyor. Ancak pratikte bunun 2 yolu var.

 

1-) Kendisin ayrılması.

2-) Üye ülkenin ittifak ruhuna aykırı davranması ve kurucu anlaşma hükümlerini ihlal etmesi halinde NATO dışı bırakılması. Bu durumun farklı yorumları olabilir. Buna en iyi örnek, bir üye devletin, diğer bir üye devlete saldırması halidir. Bu durumda, çatışma dışı üyelerin bir tarafı tamamen haksız bulmaları halinde, oy birliği ile o ülkenin NATO’dan çıkarılmasına karar verilebilir.

 

Birinci ihtimal olası gözükmediğinden, ikinci şık üzerinde durmak gerekiyor. Bu ihtimal, Türkiye’yi NATO üyesi bir ülkeyle çatışmaya sokmaktır. Esasen böyle bir hamle için, uzun arayışlara girmeye ihtiyaç yoktur.

 

Türkiye’nin, Egede Yunanistan’la, Libya’da Fransa’yla, Suriye’de Amerika’yla çatıştırılması, bu ülkeler için kolay bir kurgu olacaktır. Böylesi bir çatışma sonrasında, yukarıda izah ettiğimiz prosedür işletilerek, Türkiye NATO’dan ihraç edilebilir. Bu durumda, Türkiye’ye askeri müdahalenin önünde bir engel kalmayacaktır.

2.6.5. Askeri Müdahale :

Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Suriye sınırındaki etkinliğine son vermek, bölgesel kaynakların paylaşımından uzak tutmak, büyük İsrail’i kurmak ve güvenliğini sağlamak amacıyla Türkiye’ye bir askeri müdahale yapılabilir mi?

Türkiye’ye askeri müdahale ya da kısmen dahi olsa bir işgal girişimi, buna kalkışacaklar için, son derece ağır bedelleri olacak, çok maliyetli, sonu kestirilemeyecek ciddi riskler taşıyacağı gibi, sürdürülebilir mahiyette de olmayacaktır.

Ancak, Türkiye’nin hedeflerinden taviz vermemesi durumunda masada bir seçenek olabilir. Ayrıca, siyonist İsrail’in vaadedilmiş topraklar hülyasının sınırları içerisinde, Türkiye’nin Güney Doğusundaki 20 ilin yer alıyor olması, Türkiye ile askeri çatışmaya girilmesi ihtimalini sıcak tutuyor.

2.7. TERÖR DEVLETİ Mİ KURULUYOR?

Bir askeri müdahalenin/çatışmanın gündeme gelmesi halinde, Amerika ya da İsrail, Türkiye’yle bizzat savaşa/çatışmaya girmeyecektir.

Bunun yerine Amerika Kürt kartını öne sürmeyi planlanıyor. Bu plana göre, Türkiye’nin Suriye ve Irak sınırında, İsrail’e vekaleten, kukla bir Kürt terör devleti kurulacak. Türkiye’nin bu yapılanmaya karşı askeri müdahalesi beklenecek. Türkiye yapacağı askeri müdahalede, karşısında tamamen Amerika ve Batı destekli askeri bir güç bulacak.

Böylece, tıpkı Rusya’nın Ukrayna’da düşürüldüğü durum gibi, Türkiye Suriye ve Irak’ta iki ayrı cephede, uzun süreli ve yıpratıcı bir savaşa sokularak zayıf düşmesi sağlanacak. Müdahale için en uygun zaman beklenecek. Böylece Amerika hep yaptığı gibi, askerini riske atmadan, vekil savaşı yürüterek hedefine ulaşacak.

Esasen Amerika terörü devletleştirme planını yıllar öncesinden uygulamaya koymuş durumda. Önce kuzey Irak’ta oluşturduğu Kürt yönetim bölgesine, terör örgütü PKK’yı, sonrasında kendi çıkardığı iç savaşla fiilen bölünen Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırına, yine terör örgütü YPG’yi yerleştirdi.

Bununla yetinmeyip, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen, binlerce tır askeri malzeme ve teçhizatla donattığı terör örgütüne, yıllarca askeri eğitim verdi. Bizzat Amerika’nın verdiği silahlarla, pek çok vatan evladımızın şehit edildi.

Amerika, bölgede büyük İsrail projesine engel olacak, güvenliğini tehlikeye atacak her unsura karşılık vermeye hazır bekliyor.

 

2.8. TÜRKİYE NE YAPMALI?

Bölgesel plnların hedefinde duran Türkiye’nin karşısındaki böylesi bir güç ve tehlikeyle tek başına mücadele etmesi dahası alt etmesi çok zor. Bu yüzden bölgesel birlikler, ittifaklar ve teşkilatlar kurmak zorunda. Türkiye;

1-) Türkiye Libya ile yaptığı gibi, Doğu Akdeniz ülkeleriyle (Filistin dahil) Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşmaları imzalamalıdır.

2-) Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerle Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (DAGİT) acilen kurulmalıdır.

3-) Rusya ve Çin’le, birlikte ya da ayrı ayrı, bölgenin güvenliğine yönelik antlaşmalar yapılmalı ve Amerika’ya karşı denge politikası hayata geçirilmelidir.

4-) Türkiye ile KKTC arasında acilen Konfederasyon kurulmalıdır. Konfederasyona dahil olan devletler, egemenliklerini korur, maliye, asayiş, vatandaşlık, mülkiyet ve medeni haklar gibi konularda bağımsızdırlar. Bununla birlikte, dış politikada ve savunmada ortak politika uygulayarak, dış tehditlere karşı güçlerini birleştirirler. Bunun gerçekleşmesi halinde, KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı, kara suları, münhasır ekonomik bölgesi, Türkiye’nin hak sahası haline gelecektir.

 

2.9. SON SÖZ

Türk devlet aklı, Türkiye üzerine yapılan tüm planların, tüm tehdit ve tehlikelerin farkındadır.

Türk devleti de planlarını yapıyor, tedbirlerini alıyor.

Bildiğimiz, bilmediğimiz pek çok yolla, olacaklara hazırlanıyor.

Türkiye’yi Arap Baharı ülkeleriyle karıştırmak büyük hata olur.

Türkü hafife almaksa, ölümcül hatadır.

Toplam Okunma Sayısı : 879