ASLUHU NESLİHU

ASLUHU NESLİHU

Bir gün sultan, saraydaki bahçıvanının yanına uğrayıp kendisine hediye edilen tayı sorar; “Bahçıvan efendi, nasıl bizim tay?”. Bahçıvan cevap verir; “Asluhu nesluhu sultanım.” “Nesi var ki ?” diye sorar sultan. “Sultanım, asil bir tayın sırtına sinek-böcek konduğunda bunları kuyruğu ile kovalar. Bizim tay adeta bir inek gibi kafasını çevirip ağzıyla sinekleri kovalıyor.” Sultan bunun nedenini öğrenmek için tayı hediye eden adamı çağırtır. Tayın bu davranışının sebebi hakkında bilgi ister. Tayı hediye eden adam der ki; “Sultanım, bizim tay doğduktan hemen sonra annesi öldüğü için onu ineğe emzirttik.” Böylece meselenin sırrı çözülmüş olur. Sultan adamlarına emreder; “Verin bahçıvana fazladan bir kap yemek!”.

 

Başka bir zaman sultana güzel görünüşlü, iri bir hindi hediye edilir. Bir müddet sonra sultan bahçıvanın yanına varır ve hindiyi sorar. “Asluhu nesluhu sultanım.” der bahçıvan. “Bahçıvan efendi bunun neyi var?” diye sorar sultan. “Sultanım asil olan bir hindi öteceği zaman kabarır, ibiği masmavi olunca ötmeye başlar. Bizim hindi iyice kabarıyor, ibiği masmavi olup tam öteceği zaman kafasını suya daldırıyor.” Sultan işin aslını öğrenmek için hindiyi hediye eden kişiyi çağırtır. O kişi, hindinin yumurtasını ördeğin altına koyduklarını ve hindinin ördek yavruları ile birlikte büyüdüğünü anlatır. Bu meselenin sırrı da çözülmüş olur. Padişah emreder; “Verin bahçıvana fazladan bir kap yemek.”

 

Sultan güzel bir günün sabahında bahçede yalnız başına dolaşırken bahçıvan gözüne ilişir ve ona doğru yaklaşarak; “Bahçıvan efendi, bende de bir sıkıntı var mı?” der. Bahçıvan “Asluhu nesluhu efendim” deyince, sultan “Bende de mi?” diyerek son demlerini yaşayan annesine koşar. “Anacığım, inan sana kırılıp küsmem, kızmam da. Bende bir sıkıntı var mı?” diye sorar. Annesi durur, sıkıla sıkıla başlar anlatmaya; “Oğul babanla evlendiğimizde baban çok yaşlıydı, ben daha 15-16 yaşlarında genç, güzel bir kızdım. Gençliğimin duygularına kapılıp bir hata ettim. Sen bizim sarayın aşçısının oğlusun.” Hakikati öğrenen sultan bahçıvana seslenir; “Ey olayların perde arkasından bizlere sırlar sunan değerli insan; Tay ve hindinin durumlarına vakıf oldun. Anladık da, benim durumumu nasıl anladın? Bu nasıl bilgeliktir? Söyle bakalım bana.” deyince; Bahçıvan; “Ey yüce sultan, Bunu anlamaktan daha kolay ne var? Benim bildiğim sultanlar ödül verirken ‘Verin bir kese altın’ derler. Siz ise ‘Verin fazladan bir kap yemek’ diyorsunuz.”

 

Tarihten ve Edebiyattan Yansımalar: Kimlik, Köken ve Maskeler

 

Sarayın bahçıvanı ile sultanın arasındaki bu ilginç diyalog, görünüşte basit ama özünde derin bir gerçeği vurgular: İçimizde sakladığımız, belki de itiraf etmekten çekindiğimiz kimlik, en küçük bir davranışımızla bile gün yüzüne çıkabilir. Tıpkı tayın ineğe özenen davranışı, hindinin ördek yavruları gibi suya kafasını daldırması veya sultanın aslında aşçının oğlu olduğunun ortaya çıkması gibi…

 

Bu tema, Türk ve dünya edebiyatında da çokça işlenmiştir. İnsanların kökenini veya kimliğini gizleme çabası veya başka kimliklere özenme gayreti kimi zaman trajik, kimi zaman komik, ama her daim evrensel bir meseledir.

 

Ömer Seyfettin’den “Piç” Hikâyesi

 

Ömer Seyfettin’in “Piç” hikâyesi, kimlik ve köken meselesini hüzünlü bir dille anlatır.  Hem de kendi ağzından:

 

"Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş mütareke imzalanmıştı Filistin’den çekiliyorduk bir kaç arkadaş subayla karşı tarafın subaylarıyla çekilme işlerini görüşmek için görüşmeye gittik. Karşı tarafta Fransız üniformalı bir subay bana sık sık bakıyor, gözünü benden ayırmıyordu. Ben buna bir mana veremiyordum.

 

Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve nasılsın Ömer Seyfettin dedi. Beni nerden tanıyorsun, ben bir yüzbaşıyım, öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim, dedim.

 

Ömer ben seninle İstanbul da askerî lisede beraber okudum, ben falancayım, deyince hayretler içinde baktım ve hatırladım. Hep dini, Kur'an-ı eleştiren, Osmanlıyı devamlı kötüleyen, vatan bayrak sevgisi olmayan bir öğrenci idi. Amma yine de Fransız subayı olması normal değildi.


Peki, nasıl böyle oldun, dedim.

 

Dedi ki: Ne zaman bir savaş olsa, Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse, zarar görse içimde bir sevinç oluyordu. Çoğu zaman kendimi ayıplıyor, neden böyleyim diyordum. Bir gün anneme ısrarla bunun sebebini sordum.

 

- Dayanamayacağım anlatayım dedi. İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun, babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen öğrendin, dedi.

 

Zaten babam zannettiğim adam çoktan ölmüştü. O hastaneye gittim, şu tarihte burada çalışmış, şimdi Fransa’ya dönmüş olan şu isimli doktorun adresi var mı dedim, adresi verdiler. Fransa’ya gittim, babamı buldum. Olanları, annemin sözlerini söyledim. Her şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevmiştim dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım Ömer Seyfettin, dedi.

 

Şimdi ben, milletini, bayrağını, dinini eleştirenleri gördükçe acaba onlar da böyle piç mi diye düşünüyorum.?

 

Dünya Edebiyatından Örnekler

 

Victor Hugo’nun “Sefiller” (Les Misérables)’inde, Jean Valjean’ın saklamaya çalıştığı eski mahkûm kimliği, toplum tarafından yargılanmasını daima gölgesinde tutar. Karakter, iyiliğe yönelmek için uğraşsa da geçmişi peşini bırakmaz ve her fırsatta kimliğini yeniden sorgulamak zorunda kalır.

 

William Shakespeare’in “On İkinci Gece” (Twelfth Night)’nde ise kılık değiştirme, bir başkasının kimliğine bürünme ve cinsiyet üzerinden kurulan kimlik oyunları işlenir. Oyun boyunca karakterler, gerçek benliklerini saklamaya çalışırken defalarca trajikomik durumların içine düşerler.

 

Cervantes’in “Don Kişot”u ise herkesin malumu. Gerçekte sıradan bir soylu olan Alonso Quijano’nun, kendini hayali bir şövalye ilan etmesi ve çevresindekilerin bu kimlik çarpıklığına şaşkınlıkla bakması, yine kimlikle ilgili mizahi bir eleştiri sunar.

 

Edebiyatın hemen her döneminde, insanın kendini olduğundan farklı gösterme çabası, köklerini unutma veya maskeler arkasına saklama eğilimi hep hicvedilmiştir. Çünkü bu tutum, insani zaaflarımızın en çarpıcı yansımalarından biridir.

 

Gerçek Kimlikten Kaçmak: Modern Zamanların Maskeleri

 

Bugünün Türkiye’sinde de benzer maskeleri görmek mümkün:

 

Ümmetçilik adı altında Kürtçülük yapanlar: “Ümmet” kavramını kullanarak, milliyeti reddeder gibi görünüp, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu hâlde “Türklük” e savaş açanlar, aslında kendi etnik kökenini ön plana çıkaranlardır ve çoğu kez farkında olmadan bir çelişkiye düşerler. Kendileri de bilir ki, Türkiye’de doğup büyümüş, bu ülkenin her türlü imkânından faydalanmış insanlar olarak, bir çatışma yaratmak veya kendini gizlemek adına üst kimlikten uzaklaşmak sadece yapay bir tavırdır.

 

 “Osmanlı torunuyuz” söylemi altında köken saklayanlar: Kimi zaman, atalarının kim olduğunu gizlemek ya da bir “üstünlük” iddiası taşımak amacıyla kullanılan bu ifade, gerçekte basit bir tarihsel bağlılığı değil, “bambaşka” bir kimliği maskeleme isteğini gösterebilir. Şimdilerde padişahların annelerini sorgulamaya kadar giden bir Türkçülük maskesi, Osmanlının Türk devleti olmadığı iddiası aslında tam da kendini Türk hissetmeyenlerin köklerini temizleme çabasına hizmet eder.

 

“Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla boy gösterenler, kendince bir azınlığa destek vermek veya geçmişte yaşanmış acıları paylaşmak insaniliğinin arkasına sığınan karmaşık soylulardır zira.

 

“Benim bedenim benim kararım” sloganı da, ya Ömer Seyfettin’in sorguladığı ‘piç’lerin ya da fahişeliklerine evrensel kılıf uydurmak çabasındakilerin kendini ifade biçimidir belki de. Kim bilir? Attığı sloganla kendi bedenine olan ihanetini meşrulaştırmaya çalışanlar, “kendini olduğundan farklı göstermek” veya “toplumun normlarından koparak bambaşka bir kimlik kurgulamak” çabasındalar.

 

Tıpkı tayın sinekleri ağızla kovalamaya çalışması gibi, insan da kökenine, kimliğine veya kültürüne aykırı bir davranışı alışkanlık hâline getirirse, eninde sonunda bu tutum komik veya trajik bir şekilde ortaya dökülür.

 

Bazen insan, gerçekte kim olduğunu unutmak ister. Niçin mi? Belki öyle daha havalı olduğuna inanır. Belki de gerçeklerle yüzleşmekten korkar. ‘Yörükçe’ dergisini gördüğünde ‘bir de Yörük dili mi çıkaracaksınız başımıza’ diye tepki verenler, 100 yıl öncesine kadar bin yıl Türkmenlerin yönettiği ve 14 yıldır savaşını verdiğimiz bir Suriye’den bahsederken Türkmen gerçeğinin hatırlatılmasından rahatsız olanlar, kendi nesepleriyle ilgili sorunların çözümsüzlüğü ile yüzleşmekten kaçınanlardır belki. Ama bu çabanın sonucu, edebiyattaki örneklerde de gördüğümüz gibi, genellikle komediden öteye gitmez. Asıl kimliğini inkâr eden herkes, bir gün küçük bir ayrıntıyla “Asluhu nesluhu” gerçeğiyle karşı karşıya kalır.

 

Hakikatten Kaçış Yok

 

Sultanın hikâyesi, pek çok yazarın ve düşünürün eserlerinde işlenen o evrensel dersi bir kez daha hatırlatır: “Gerçek kimlik, eninde sonunda ortaya çıkar.” Kimi zaman bir kahramanlığı, kimi zaman bir zayıflığı, kimi zaman da bir kökeni saklamak isteyebiliriz. Ancak kendimizi kandırmaya ne kadar devam edebiliriz ki?

 

Kimlik; insanın kültüründen, ailesinden, kökeninden gelen ve onu diğerlerinden ayırt eden değerler bütünüdür.

 

Kendin olmak; maskeleri, sahte kimlikleri, slogana dayalı pozları bir yana bırakıp, gerçekte kimsen “o” olmaya cesaret etmektir.

 

Kökenle yüzleşmek; atalarımızın mirası ne olursa olsun, onu sahiplenmek, eksisiyle artısıyla kabul etmek, ders çıkarmak ve geleceğe daha sağlam adımlarla yürümektir.

 

Günün sonunda, sultan da olsa insan, gerçekte kimse ondan ibarettir. Aslı Hu, nesli Hu olanlara selam olsun.

Toplam Okunma Sayısı : 920