KİM MANDACI?

KİM MANDACI?

Türkiye'de siyasi tartışmalar zaman zaman unutulmuş olay ve kavramların yeniden gündem olmasını sağlıyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, CHP kurultayı sonrası düzenlenen Ankara mitinginde yaptığı konuşmada "Erdoğan, Amerikan mandasının peşinde. Cunta başına sesleniyorum, seni yapılacak ilk seçimlerde elimizden ne Amerika kurtarır ne de Trump kurtarır!" diye seslendi. Bunun üzerine Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan da ‘Artık haddini bil!’ diye tepki gösterdi ve bu tepkinin arkasındaki duyguyu, "Mandacı sözünü duyduğum zaman, bu vatanın bağımsızlığı ve güvenliği için kendi ellerimle seçip göreve gönderdiğim ve bir daha geri dönemeyen çocuklar geldi aklıma" sözleriyle açıkladı.

 

Bu tartışma herkesin aklına, özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında manda yönetimini savunanları ve manda yönetimini getirdi. Halide Edip Adıvar’dan, İsmet İnönü’ye bir çok manda yönetimi savunucusunu ve sonrasını ele almak da bize düştü. Bugün de güçlü, ileri, mutlu ve bağımsız bir Türkiye yerine gelişme, modernleşme ve kalkınmanın yolunu ABD, İngiltere, AB, Rusya, İsrail gibi ülkelerle iyi geçinmek, onlarla birlikte hareket etmek, hatta kendi kimliğimizi terkedip Avrupa medeniyetine teslim olmakta görenlere bir göz atalım istedik.

 

Kurtuluş Savaşı Döneminde Mandacılık Tartışmaları

 

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkıp toprakları işgale uğrayınca, bazı aydınlar ve yöneticiler tam bağımsızlık yerine büyük devletlerin himayesine girmeyi bir çare olarak gördüler. Bu manda ve himaye fikri, özellikle 1918-1919 yıllarında hararetle tartışıldı. Temel düşünce, tek başına kurtuluş mümkün değilse bir “manda yönetimi” altında korunmak ve böylece toprak bütünlüğünü ve modernleşmeyi güvenceye almaktı​. Dönemin şartlarında en çok ABD mandası seçeneği konuşuldu; hatta İngiltere, Fransa, İtalya himayesinde kurtuluş arayanlar ve Bolşevik Rusya’ya yakınlaşmayı düşünenler bile oldu​. Mustafa Kemal Paşa ise bu fikre kesinlikle karşı çıkarak “Türk Milleti ya kendi kendini kurtaracak ya da yok olacaktır” diyerek tam bağımsızlıktan en küçük bir tavize bile karşı olduğunu ilan etti.

 

Bu dönemde manda fikrine sıcak bakan bazı önemli isimler şunlardı:

 

Hüseyin Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy), Refet Bele ve İsmet (İnönü)... Bu üst düzey komutanlar, başlangıçta Amerikan mandasını makul bir çözüm olarak görenler arasındaydı. Örneğin Albay İsmet, Mondros Mütarekesi’nden sonra Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta “Bütün ülkeyi, parçalamadan Amerika’nın denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir” diyordu​. Benzer şekilde Refet Bele, Amerikan mandasını İngiliz esaretine tercih ettiklerini, harap durumdaki bir milletin dış yardım olmadan yaşayamayacağını savunuyordu​. Rauf Orbay da “en tarafsız ülke durumunda bulunan Amerika’nın korumasını kabul etmek zorundayız” diyerek aynı görüşü paylaştı​.

 

Halide Edip (Adıvar), Yunus Nadi (Nayır), Ahmet Emin (Yalman), Velid Ebuzziya, Necmettin Sadak gibi aydınlar (!) ve gazeteciler; İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti (Türk Wilsoncular Birliği) adıyla bir dernek kurarak 5 Aralık 1918’de ABD Başkanı Wilson’a bir mektup yazıp Amerikan mandası talep ettiler​. Halide Edip, Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta “Biz kendimiz için Amerika mandasını ehveni şer görüyoruz. Amerika […] bu hususta çok işimize geliyor” diyerek Amerika’nın Filipinler gibi yerleri modernleştirmesini örnek gösteriyordu. Ahmet Emin Yalman ise Vakit gazetesindeki yazılarında “yalnızca laftan ibaret olan bağımsızlık isteğinin artık bir değeri yok” diyerek tutkuyla Amerikan mandasını savunuyor, tam bağımsızlık isteyen milliyetçileri “komiteci ruhlu” olmakla eleştiriyordu​.

 

Ali Kemal, Refik Halit Karay gibi dönemin bazı muhafazakâr yazar ve siyasetçileri de İngiliz himayesine daha sıcak bakıyordu. İstanbul’da kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti (“İngiliz Dostları Derneği”) İngiltere koruyuculuğunu açıkça destekledi. Bu kesimler, “ülkeyi parçalamaya gelenlerle, parçalanmamak için işbirliği” yapılabileceğini savunuyordu​. Onlara göre direnmek yerine boyun eğmek o an için daha “akılcı” görünüyordu.

 

Ancak 1919 yılı ilerledikçe Anadolu’daki direniş güç kazandı. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerinde manda tartışmaları en kritik gündemdi. Erzurum Kongresi’nde Amerikan mandasını savunanlar son ana dek itiraz etseler de, Mustafa Kemal’in kararlı tutumuyla kongre “manda ve himaye kabul edilemez” şeklinde karar aldı​. Atatürk, daha sonra Nutuk’ta da belirttiği gibi, manda isteyenlere sert çıkarak “ya bağımsızlık ya ölüm” parolasını vurguladı​. Bu kararlılık sonucunda manda fikri kesin olarak reddedildi.

 

Başlangıçta manda arayışında olan pek çok isim de zamanla bu görüşten vazgeçti. Örneğin Halide Edip Adıvar, Amerikan mandasını “ehveni şer” görmesine rağmen Sivas Kongresi sonrasında fikir değiştirip Mustafa Kemal’in yanında Milli Mücadele’ye katıldı. Yunus Nadi ve Velid Ebuzziya gibi gazeteciler de kısa süre içinde Ankara’ya geçerek bağımsızlık yanlısı yayınlar yaptılar. Bu değişimde, Türk halkının gösterdiği direniş azmi ve bağımsızlık umudunun canlanması etkili oldu. Özellikle Milli Mücadele’nin başarı kazanması ve büyük devletlerin de kendi çıkarları peşinde olduğu gerçeğinin anlaşılması, manda hayalini söndürdü​. Sonuçta mandacılar da Mustafa Kemal’in çizgisine gelerek ülkenin tam bağımsızlığı için çalıştılar. Nitekim, Atatürk’ün önderliğinde 23 Nisan 1920’de TBMM açıldı, İstiklal Savaşı zafere ulaştı ve 29 Ekim 1923’te bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Böylece “manda” seçeneği tarihe karışmış, bağımsızlık kazanılmış oldu.

 

Günümüzde Mandacılık Eğilimleri

 

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “manda ve himaye” kavramı tarihe gömülse de, mandacılık zihniyeti farklı biçimlerde varlığını sürdürdü​. Günümüzde “mandacılık” terimi, artık resmî bir manda yönetimi arayışını değil, Türkiye’nin gelişmesi için mutlaka bir büyük gücün desteğine ve yönlendirmesine ihtiyaç duyulduğunu düşünen eğilimleri tanımlamak için kullanılıyor. Bazı siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler veya STK’lar açık ya da örtük biçimde büyük devletlerle tam uyum sağlanmasını, onların çizdiği yoldan gidilmesini savunuyorlar. Bu tutum, “yeni mandacılık” olarak adlandırılıyor​. Bu kapsamda hem Batı dünyasına yönelik teslimiyetçi bakışlar, hem de farklı güç odaklarına yanaşma çabaları örnek gösterilebilir.

 

Batı’ya Tam Uyum ve “Batıcı” Mandacılık

Türkiye’de uzun yıllar Batı’yla yakın ilişkileri medeniyetin ve kalkınmanın anahtarı sayan bir damar olageldi. Özellikle ABD ve Avrupa ile iyi ilişkileri ilerlemenin şartı gören çevreler, bazen aşırıya varan bir Batı hayranlığı ile eleştirildiler. 1949’da dile getirilen “Küçük Amerika olacağız” sözü, sonraki on yılda DP’li politikacılarca da zaman zaman tekrarlandı​. Bu anlayış, Amerikan kalkınma modeline öykünmeyi ve ABD’ye yakın durmayı kalkınma reçetesi olarak görüyordu. Nitekim Türkiye, 1952’de NATO’ya girerek güvenlik ve askeri alanda ABD liderliğindeki bloka dahil oldu; Marshall yardımlarıyla ekonomik yardım aldı. Ancak aşırı Atlantik bağımlılığı eleştirenler tarafından “teslimiyetçi bir dış politika” olarak değerlendirildi.

 

Sağ cenahta ise önce Osman Bölükbaşı liderliğinde Millet Partisi, mandacılığa karşı söylem geliştirdi. Ardından 1970’lerde başlayan milli iktidar anlayışı ile birlikte Aykut Edibali, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş ve ekibi her türlü mandacılığa karşı açık savaş ilan etti.

 

Benzer şekilde, 1980’ler ve 1990’larda Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi Türkiye’de modernleşmenin simgesi haline geldi. Birçok hükümet, AB standartlarını yakalamayı medenileşme olarak benimsedi. 2000’lerde de AB’ye uyum için yoğun reformlar yapıldı. Kuşkusuz, Batı ile entegrasyon demokratikleşme ve ekonomik büyüme için önemli fırsatlar sundu; ancak çoğunlukla milli hakimiyeti zedeleyen bir mandacı tutuma dönüştüğü de oldu. MHP lideri Devlet Bahçeli, örneğin, “AB’yle doğmadık, AB’siz de ölmeyiz” diyerek Türkiye’nin AB’siz de yoluna devam edebileceğini, “mandacı zihniyetin ülkeyi AB tuzağına çekmeye çalıştığını” ifade etti​.

 

Öte yandan, bazı aydınlar ve gazeteciler de Türkiye’nin sorunlarının çözümünü Batı’dan medet ummakta gördüler. Özellikle kendilerini “ilerici” veya “liberal” olarak tanımlayan bazı entelektüeller, Türkiye’yi tam anlamıyla Batı normlarına uydurmayı savundular. 1990’larda “İkinci Cumhuriyetçiler” adı verilen bir grup yazar, Kemalist ulus-devlet modelinin miadını doldurduğunu, yerine AB değerlerine dayalı yeni bir düzen kurulması gerektiğini yazdı. Bu isimler arasında Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Taha Akyol gibi gazeteciler vardı. Bu kişiler doğrudan “manda” kelimesini telaffuz etmese de, eleştirmenler tarafından kültürel ve siyasi mandacılık ile suçlandılar. Çünkü çözümü hep dışarıda arıyorlardı, “Türkiye’yi Türklerden korumak gerekir” anlayışına kapılıyorlardı. Nitekim Prof. Dr. Halil Berktay gibi tarihçiler, kendi ülkesini sürekli yabancılara şikayet eden günümüz entelektüellerini “Yeni Mandacılar” olarak tanımlamıştır​. Bu tespitte, özellikle bazı akademisyenlerin yabancı başkentlere mektuplar yazarak Türkiye’deki iktidarı şikayet etmesi kastedilir. Örneğin 2016’da bir grup akademisyenin Almanya Başbakanı’na Türkiye’deki baskıları durdurması için mektup göndermesi, geniş kitlelerce “ülkesini yabancılara gammazlamak” olarak değerlendirildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kişileri “mankurt” ve “mandacı aydınlar” diye sert şekilde eleştirdi​. Yine bazı gazetecilerin yurt dışı fonlarından yararlanması, karşı medya tarafından “fondaş medya” diye tanımlandı ve mandacılıkla itham edildi. Bu örnekler, Batı’dan demokrasi veya ekonomi desteği arayan kesimlerin, milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde hala “mandacı” olarak değerlendirildiğini de gösteriyor.

 

Batı yanlısı görülen bu isimlerin bir kısmı, niyet olarak ülkenin çağdaşlaşmasını (!) hedeflese de kendi toplumuna yabancılaşmakla şekillenir. Merhum yazar Attilâ İlhan, Türk aydınının önemli bir kesimini “Batı’nın manevî ajanı” olarak tanımlamıştı​. Ona göre bu tip aydınlar, “dünyada ne olup bittiğini takip etmeyen, kendi halkını küçümseyen, Batı’yı kutsayıp milli değerleri hor gören” kişilerdir​. Benzer şekilde düşünür İdris Küçükömer de “aydın sınıfı Batı’nın çıkarlarına hizmet ederek halktan uzaklaşmıştır” diyerek bu yabancılaşmış aydın profilini eleştiriyordu​. Bu eleştiriler, günümüzde adları farklı olsa da mandacılığın zihinlerde sürdüğünü ima ediyor: Kimi aydınlar kendi toplumunun öz gücüne inanmak yerine dış telkinleri rehber edinebiliyor.

 

Diğer Güç Odaklarına Yönelim ve Yeni Mandacılık Biçimleri

 

Mandacılık eğilimi, sadece Batı eksenli değildir. Günümüzde bazı çevreler için ABD-AB kadar Rusya, Çin veya İsrail gibi ülkelerle yakınlaşmak da “kurtuluş reçetesi” olarak sunulabilmektedir. Özellikle son yıllarda, dünyada güç dengelerinin değişmesiyle Türkiye’de “Avrasyacı” olarak anılan bir kesim türemiştir. Bu görüşü benimseyenler, Batı’ya meydan okumak adına Türkiye’nin Rusya ve Çin ile stratejik ittifak kurmasını savunuyorlar. Fakat, bu yaklaşım da başka bir manda arayışı olarak görmek gerekiyor: Yani Washington’ın yerine Moskova’nın himayesine girmek.

 

Örneğin bir dönem iktidar partisine yakın bir iş insanı olan Ethem Sancak, daha sonra Avrasyacı çizgiye kayarak NATO üyeliğimizi “Türkiye’nin geçmişten gelen bir ayıbı” olarak nitelendirdi​. Sancak, Rus devlet medyasına verdiği demeçte “NATO bir kanserdir, Rusya düşerse Türkiye bölünür” diyerek adeta Türkiye’nin bekasının Rusya’nın başarısına bağlı olduğunu savundu​. Bu sözler, Türkiye’nin güvenliği için Rusya’ya bel bağlama düşüncesini yansıtıyor. Yine Avrasyacı siyasetçi Doğu Perinçek ve çevresi, Türkiye’nin rotasını tamamen Şanghay İşbirliği Örgütü’ne, yani Rusya-Çin eksenine çevirmesini önerdi. Onların söyleminde Amerikan emperyalizmine karşı durmak vurgusu olsa da, tersinden “Moskof mandacılığı” olarak tanımlanabilir. Son tahlilde, dışa bağımlılık zihniyeti sadece yön değiştirmiş oluyor.

 

Benzer şekilde, bazı Orta Doğu politikalarında da üstü kapalı mandacılık örnekleri görülür. Örneğin 1990’larda bazı Türk stratejistler İsrail’le askeri ittifakı savunurken, İsrail’in ileri teknolojisine ve ABD’deki nüfuzuna sığınmayı çözümmüş gibi sunuyorlardı. 28 Şubat süreci sonrasında kurulan askeri yakınlaşmada, İsrail ile iyi ilişkilerin modernizasyonu hızlandıracağı fikri hakimdi. Ancak bu durum da Türkiye’nin güvenliğini başka bir güce emanet etme eleştirilerine yol açtı.

 

Günümüzde ekonomi alanında da mandacı zihniyet tartışması yaşanıyor. Türkiye’de ekonomik kriz dönemlerinde IMF gibi uluslararası kuruluşlara başvurmak isteyen uzmanlar, hükümetler tarafından zaman zaman “mandacı ekonomistler” diye eleştirildi​. Örneğin 2021-2022 döneminde yüksek enflasyona karşı bazı iktisatçıların klasik reçeteleri savunması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, “mandacı müstemlekeci ekonomistler” ifadesini kullanmıştır​ Bu itham, ekonomistlerin yabancı reçetelere teslim olduğu anlamına geliyordu. Buna cevaben Prof. Veysel Ulusoy gibi ekonomistler “Mandacı yurdunu satandır… Ülkeyi dilenci yapanlardır mandacı” diyerek gerçek mandacılığın üretimi ve değerleri yabancılara peşkeş çekmek olduğunu belirttiler​. Bu karşılıklı suçlamalar, aslında mandacılık kavramının güncel siyasette bile bir itham aracı olarak kullanıldığını gösteriyor. İktidar, muhalefeti dış güçlere bel bağlamakla suçlarken; muhalefet de iktidarı ülkenin kaynaklarını yabancılara satmakla, ekonomik bağımlılık yaratmakla suçlayabiliyor​.

 

Özetle, günümüz mandacılık eğilimleri iki yönlü karşımıza çıkıyor: Bir tarafta Batı’ya koşulsuz entegrasyonu savunanlar, öbür tarafta Batı karşıtlığı adına başka güç odaklarına yaslanmayı önerenler. Her iki durumda da ortak nokta, Türkiye’nin kendi kendine ilerleyemeyeceği düşüncesi ve mutlaka “dış bir el” arayışıdır. Bu bakış açısı, kökenini Tanzimat’tan beri süregelen özgüven eksikliği ve taklitçilikten alır​. Mandacılık, işbirlikçilik zemininde büyüyen bir azgelişmişlik davranışıdır​. İster ABD-AB eksenli olsun, ister Avrasya eksenli, sonuç değişmemekte; “kurtarıcı” olarak görülen büyük güce bağımlı olma riski doğmaktadır.


Amerikan, Fransız, İngiliz misyonerlerin açtığı okullarda eğitim görenlerin bu eğilimlerdeki etkilerini de göz ardı etmemek gerekir. Türkiye'deki yabancı okulların bu anlamdaki etkileri belki de ayrı bir inceleme konusudur. Ama 1962-1972 yılları arasında ülkemizde Amerikalı Barış Gönüllüleri tarafından okutulanları da buraya not edip konuyu noktalayalım.

 

Sonuç: Güçlü, İleri ve Mutlu Bir Türkiye

 

Tarihsel tecrübe; ulusal bağımsızlığın, bir milletin onurunu koruyup gelişmesini sürdürebilmesi için vazgeçilmez olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı deneyimi, en zor şartlarda bile yabancı himayeyi reddedip kendi kaderini tayin etme iradesiyle başarıya ulaşıldığını kanıtlamıştır. “Ya istiklal ya ölüm!” diyen Atatürk ve arkadaşları, mandacılık fikrini millet nezdinde tarihe gömmüşlerdir​. Bu ruh, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine de yansımış, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi devletin temeline konmuştur.

 

Günümüzde küreselleşme ve uluslararası ilişkiler elbette yeni paradigmaları öne çıkarmaktadır; Türkiye de gerektiğinde dünyayla iş birliği yaparak büyümek zorundadır. Ancak iş birliği ile teslimiyet arasındaki çizgi iyi ayırt edilmelidir. Bağımsızlık, sadece askeri veya siyasi alanda değil, ekonomik ve kültürel alanlarda da kendi kimliğini korumayı gerektirir. Başkalarından alınacak destek, ulusal çıkarlar ve onur çerçevesinde olmalıdır. Kendi halkının potansiyeline güvenmek yerine sürekli dışarıya bel bağlamak, ancak aczin ve güvensizliğin sonucudur.

 

Türkiye, jeopolitik konumu gereği ne doğunun ne batının mandası olmadan, kendi özgün kalkınma yolunu çizmek durumundadır. Bu da özgüvenle hareket etmeyi, dünya ile entegre olurken “yerli ve milli” duruşu muhafaza etmeyi gerektirir. Unutmamak gerekir ki, hiçbir büyük devlet başka bir ulusu sırf ilerlesin diye himayesine almaz; mandacılık güdümüne giren bir ülke er ya da geç kendi menfaatlerini feda etmek zorunda kalır. Çözüm, ülkenin kendi dinamiklerindedir.

 

Türkiye, kendi kimliğini ve çıkarlarını koruyarak uluslararası arenada saygın bir yer edinmeli, tam bağımsızlığın, sadece dış güçlerden uzak durmak değil, dünyayla eşit ve güçlü ilişkiler kurabilmek olduğunu anlamalıdır. Mandacılık zihniyetinin her türlüsüne karşı verilecek en iyi cevap, kendi kendine yetebilen, bağımsız, güçlü ve ileri bir toplumdur. Binlerce yıl sadece özgürlüğü için savaşmış bir millet için, mandacı öneriler, sadece ve ancak öneri sahiplerini küçük düşürmeye yeter.

 

Tıpkı, bağımsızlık ve onuru için, içerde ve dışarda, her gün açık gizli şehit vermeye devam eden bir ülkenin idarecilerine mandacı diyenleri düşürdüğü durum gibi.

 

 

Toplam Okunma Sayısı : 743