
FİLİSTİN BİZİM NEYİMİZ OLUR?
Üzerinde insanoğlunun kültür izlerine rastlanan toprak parçalarının en eskilerinden biri Filistin. Yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalara göre ilk buluntuların günümüzden 14.000 yıl önce yaşanan Mesolitik Natuf kültürüne ait olduğu gözönünde bulundurulursa bu eskiliğin olasılıkları daha da çoğalacaktır.
Başta Araplar’ın atası olduğu kabul edilen Amâlika kavmi olmak üzere Arabistan dolaylarından arka arkaya göç eden Sâmî kavimlerin işgal ve yerleşmelerine mâruz kalmış bir kadim bölge...
Filistin’in özellikle son 3 bin yıllık tarihi incelendiğinde, 868-1098 ve 1187-1917 tarihleri arasında yaklaşık 10 asır barış ve istikrar sürecinin yaşandığı ve bu dönemlerin üçte ikisinde Türklerin hakim olduğu tarihi bir gerçektir. Osmanlı idaresinde geçen 401 yıl ise Filistin’de hoşgörü ve birlikte yaşama kültürü açısından müstesna bir dönemdir (Kızıltoprak, 2023).
İNSANLIK
TARİHİNİN SIFIR NOKTALARINDAN BİRİSİ
Filistin bölgesi, Tarih öncesi devirlerden itibaren çeşitli kavimlerin göçlerle gelip yerleşmesine ve bunlara karşı harekete geçen başka üstün güçlerin pek çok istilâ ve fetihlerine mâruz kalmıştır. Bölgenin Arap coğrafyası içinde sahip bulunduğu zengin ve stratejik tabiat ve üç büyük ilâhî dinin doğuş - gelişmesinde oynadığı önemli rol ve içinde barındırdığı kutsal yerler bunun başlıcxa sebeplerinden en önemlileri. Amerikalı arkeolog James Henry Breasted’in deyimiyle ‘Bereketli Hilal’, Kitâb-ı Mukaddes’in deyimiyle “süt ve bal akan diyar”... (Çıkış, 3/8; Levililer, 20/24; Tesniye, 11/9).
KENAN
ELİ Mİ, FİLİSTİN Mİ?
Tarım ve özellikle ticareti ön planda tutan bir medeniyetin
geliştiği ve ilk alfabenin ortaya çıktığı
“Ken‘ân diyarı”. M.Ö.1200’lerdeki Kavimler göçü sırasında “deniz
kavimleri”nden Filistlerin bölgeye gelmesi ve bugünkü Gazze Şeridi civarında
beş büyük şehir kurarak yurt edinmeleriyle bölgenin adının değişmesine de ilk
adımı atmıştır.
Arz-ı Kenan veya Arz-ı Mukaddes
denilen bu bölge (Darkot, 1988) Mısır, Akdeniz, Suriye, Şeria nehri arasında
kalan topraklardır (Karaman, 1996).
MÖ 18. yüzyılın başlarında Ebla ve Mari’de bulunan Mezopotamya metinleri ve ticaret kayıtlarında bölgenin tamamı “Kenan” olarak anılırken, MÖ 5.yüzyılda Antik Yunan tarihçi Herodot’un yazdığı ve Herodot Tarihi olarak bilinen kitabında buraya deniz yolu ile gelen Filistlerden dolayı Filistin demesi ile birlikte “Filistin” terimi kullanılmaya başlanmıştır.
İLK
İSRAİL DEVLETİ
Mısır yönetimi altındaki topraklarda yaşayan ve Firavun’un
zulmünden kaçarak Hz. Mûsâ’nın öncülüğünde arz-ı mev‘ûda doğru büyük bir göç
başlatan İsrâiloğulları, tarihi kesin biçimde tesbit edilemeyen bu göç
sırasında başta ezelî düşmanları ve bu toprakların ilk sahipleri Amâlika olmak
üzere çeşitli Sâmî kavimlerle ve Filistler’le savaştılar; daha sonra bölgenin
büyük kısmını ele geçirerek milâttan önce XI. yüzyılın sonlarında ilk İsrail
devletini kurdular.
İlk İsrail kralı Saul’ün (Tâlût) yerine tahta geçen Hz. Dâvûd
Kudüs’ü fethederek bir saray yaptırdı, burayı devletin başşehri haline getirdi
ve otuz üç yıl Kudüs’te hüküm sürdü.
Hz. Dâvûd’un ardından gelen Hz. Süleyman’ın dönemi (M.Ö.
972-932) krallığın altın çağı oldu. Sınırların bugünkü Lübnan, Ürdün ve
Suriye’nin bir kısmına kadar uzandığı bu devirde Hz. Süleyman, başta Mısır
olmak üzere çevredeki devletlerle anlaşmaya vardıktan sonra Kudüs’te kendi
adıyla anılan ilk yahudi mâbedinin (Süleyman Mâbedi, Mescid-i Aksâ) yanı sıra
savunma amaçlı çeşitli binalar inşa ettirdi.
Ancak onun ölümüyle birlik dağıldı ve devlet iki ayrı parçaya
bölünerek kuzeyde İsrail, güneyde Yahuda krallıkları meydana geldi; İsrail’in
başşehri Sâmiriye (Samaria), diğerininki Kudüs’tü (Jerusalem). Her iki devlet
de fazla uzun ömürlü olmadı ve ilki milâttan önce 721’de Asurlular, ikincisi de
milâttan önce 586’da Bâbil Hükümdarı Buhtunnasr tarafından yıkıldı.
Bu tarihten sonra iki asır kadar süren İran hâkimiyeti, Büyük
İskender’in, sonra da Helenistik krallıklardan Mısır’daki Ptolemaioslar ile
Suriye’deki Selevkoslar’ın hakimiyeti başladı.
Uzun süren
Romalılar’ın istilâsı sırasında bazı yahudi ayaklanmalarına sahne olduysa da
Kudüs’ten
sürülmeleriyle son buldu.
Roma döneminde Filistin’in Nâsıra kasabasında doğan Hz. Îsâ’nın Hıristiyanlığı getirmesinden ve özellikle İmparator Konstantinos’un 312’de bu dini kabul etmesinden sonra Kudüs bir defa daha kutsallık kazandı ve dinî ağırlıklı binalarla imar edilmeye başlandı. Kudüs bir ara 611 tarihinde Sasanî istilasına uğrasa da 629 tarihinde İmparator Herakleios tarafından Kudüs ve bütün Filistin yeniden Bizans hakimiyetine alınmıştır (Karaman, 1996).
İSLÂMÎ DÖNEM
Mi‘rac dolayısıyla İslâm tarihinde önemli bir yeri bulunan
Filistin’de İslâmiyet’in yayılması için başlatılan faaliyetler Asr-ı saâdet’e
kadar uzanır. Hz. Peygamber, çeşitli hükümdarlara İslâm’a davet mektupları
gönderirken bir mektup da Bizans’a bağlı olan Busrâ Emîri Şürahbîl b. Amr
el-Gassânî’ye yollamış, ancak elçi Hâris b. Umeyr el-Ezdî öldürülmüş ve bu
durum müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan Mûte Savaşı’na yol açmıştı.
Hz. Ebu Bekir’in son zamanlarında Bizanslılarla yapılan Ecnâdeyn Savaşı (634) sonunda Filistin ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açılmıştır. Bundan sonra Müslümanların bölgede yapmış oldukları Yermuk Savaşı (636), Kudüs’ün fethi (637) ve Kaysariyye’nin fethi (640-641) ile bütün Filistin Müslümanların eline geçmiştir. Özellikle Emevilerden Abdülmelik ve oğlu Velid ile Abbasiler zamanında bölgeye ve özellikle Kudüs’e büyük önem verilmiştir. Ayrıca Abbasiler zamanında Suriye ve Filistin bir eyalet haline getirilmiştir.
TÜRK HAKİMİYETİ
Türk tarihinin en önemli hadiselerinden
biri, Türklerin İslam dinini kabul etmeleri ile, bozkır kültüründen yerleşik
İslam medeniyetine geçmeleridir. Türk tarihinin bir sınıflandırılması
yapıldığında tarihimizin iki ana döneme ayrıldığı görülmektedir. İslam öncesi
dönemin ağırlık merkezi Türkistan iken, İslami dönem Türk tarihinin ağırlık merkezi
daha çok Orta Doğu’ya kaymıştır. Türkler İslamiyet’i büyük kitleler halinde
kabul ettikleri dönemde İslam alemi siyasî, sosyal ve dini bir kaos içinde
bulunmaktaydı. Bir tarafta İtil Bulgarları, Karahanlılar, Gazneliler,
Tolunoğulları ve Ihşidîler gibi ilk Türk-İslam devletleri çok geniş bir
coğrafyaya yayılırken, diğer taraftan başta Abbasi Halifeliği olmak üzere bütün
Yakın Doğu devletlerinin askeri bürokrasileri Türklerin elinde bulunuyordu ve
bu durum bin yıllık Türk hakimiyetinin adeta habercisi idi. Bu hakimiyet Büyük
Selçuklu İmparatorluğunun, Afrika hariç tüm İslam coğrafyasını yeniden bir
şemsiye altında tutması ile başlayacaktır. İslami dönem Türk tarihinin Selçuklu
Çağı olarak tanımlayabileceğimiz bu ilk safhasında en dikkate değer husus,
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun, bütün İslam coğrafyası üzerindeki hakimiyeti
ile Türk ve İslam devletlerini, dini politikası, kurumları, sanat ve düşüncesi bakımından
derinden etkilemesidir.
Türklerin kökeni hakkında bilgi veren
tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ gibi İslam kaynaklarında Hz. Nuh’un oğlu
Yâfes’in Türkler ve Hazarların atası olarak kabul edilmesi bilgisinden hareket
edildiğinde Türklerin bölgeyle ilişkisinin neredeyse insanlık tarihi kadar eski
olduğu gerçeği ile karşılaşırız.
Ancak kurumsal olarak Filistin-Türkler ilişkisi, 868 yılında
Kahire’de kendi adıyla bir Türk devleti kuran Tolunoğlu Ahmed’in kısa sürede
Kudüs’ü sınırlarına dahil etmesi ile başlar.
Özellikle Abbasiler, Müslüman Türklere çok değer vermişler, Türkleri
valilik, ordu komutanlığı gibi üst düzey devlet görevlerine getirmişlerdir. Abbasi halifesinin
takdirini kazanmış Türk komutanlardan biri olan Tolunoğlu Ahmet üvey babasının yerine Mısır’a naip olarak gönderilmiş,
Bağdat’taki saltanat kavgalarından da
yararlanarak bağımsızlığını ilan etmiş ve
Tolunoğulları Devleti’ni kurmuştur. Dolunay anlamına gelen Tolun, Oğuz
Türklerindendir.
Bu devlet aynı zamanda Mısır’da kurulan
ilk Türk devletidir. Devletin başkenti Fustat
olup halkın çoğunluğu Arap, yöneticileri ise Türk’tür. Tolunoğulları hakkında
doktora tezi yazan Ebulfez Elçibey bu konuda yorum yaparken, Firavunlar
zamanından itibaren Mısır’ın ilk defa kendi coğrafyası merkezli bir devlete
kavuştuğunu ifade etmektedir. (Elçibey, 1980)
Tarihin
garip bir tecellisidir ki, bu Türk Devleti yine bir Türk komutanı olan, fakat
Abbasîler adına hareket eden Muhammed b. Süleyman et-Türkî tarafından yıkılmıştır.
36 yıl 3 ay 15 gün ömrü olan Tolunoğulları Devleti, devletler için çok kısa
sayılabilecek bu dönem içinde, gerek Türk Medeniyeti ve gerekse Mısır ve İslam
medeniyetleri açısından önemli bir yere sahiptir. Gerçekten de, Medeniyet
Tarihi açısından bakıldığında, devlet 29 teşkilatı, tarım ve ziraat, şehircilik
ve iskan, sosyal ve kültürel hayat ile sağlık konularında tarihe iz bırakan
faaliyetlerde bulunduğu gözlenmektedir. Kendisinden sonra kurulan Ihşıdîlere de
örnek olan Tolunoğulları, Türk devlet geleneği anlayışı ve Hz. Ömer‟in kurduğu
devlet teşkilatıyla yönetilmiştir.
Ardından gelen Ihşidiler de Türk devrinin yeni bir
merhalesini başlatmışlar, İhşid sultanları Kudüs’e büyük hizmetler yapmışlar ve
oraya gömülmeyi vasiyet etmişlerdir.
Öte yandan 1040 yılında Horasan’da Büyük Selçuklu Devleti’ni
kurup, kısa sürede İran ve Irak topraklarına hükmeden Selçuklu beylerinin
önünde, iki önemli dış politika hedefi vardı: Anadolu’yu fethederek, Türklüğe
ve İslâmiyete yeni bir yurt kazandırmak ve Suriye, Filistin ve Mısır’ı
fethederek, İslâm dünyasının siyasî birliğini sağlamak...
Ağustos 1071’de Selçukluların galibiyeti
ile neticelenen Malazgirt Zaferi, Kudüs’e giden yolda Yermük kadar önemli ve
kıymetli bir yer edinmiştir. Bizans’ın Anadolu’daki gücünü ve hâkimiyetini
kaybetmesiyle Hristiyanlık belirgin bir şekilde gerilemiş, İslâm hâkim güç
olmaya başlamıştır. Aynı yıl bir taraftan Anadolu’da Türk fetihleri devam
ederken diğer taraftan Suriye ve Filistin’de ilerleyen Selçuklu Türklerinin
bölgeye yerleştikleri görülmektedir. Böylece Selçukluların bu adımı,
Fatımîlerin yıllardır İslâm dünyası üzerinde oynadığı oyunun bozulması için
önemli bir başlangıç olmuştur.
Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethi meselesi hem Sultan Tuğrul
Bey hem de Sultan Alp Arslan tarafından ele alınmıştır. Fakat, her iki sultan
da önlerine çıkan engeller yüzünden bu teşebbüslerini ertelemek zorunda
kalmışlardır. Güney Suriye ve Filistin, ancak Sultan Melikşâh zamanında,
Türkmen Beyi Atsız tarafından fethedilebilmiştir. “Melikü’l-Mu’azzam” (Büyük
hükümdar) unvanını alan Atsız, bu ülkelerde Büyük Selçuklu Devletine bağlı bir
Türkmen Beyliği kurmuştur. (Koca, 2007)
Selçuklu Emîri Kurlu Bey liderliğinde
Filistin’e gelen Nâvekiyye Türkmenleri, Kudüs’e yaklaşık 50 km. mesafede olan
Remle’ye yerleştiler (1069/1070). Kurlu Bey’in vefatından sonra Türkmenlerin
başına geçen Selçuklu Emîri Atsız, Filistin’in fethini tamamlamak üzere tarihî
bakımdan önemli ve merkezî bir statüye sahip olan Kudüs’ü kuşatmış, tıpkı Hz.
Ömer gibi kan dökülmeden, halkın can ve mal güvenliği konusunda emân vererek
şehre girmiştir. İdaresine son verdiği şehrin Fatımîlere bağlı Türk asıllı
valisinin canını bağışlayacağını ve ıkta vereceğini bildiren andını tutarak
Kudüs’e Selçuklu Türklerinin adalet ve selamet sancağını dikmiştir. 1071’de
Selçuklular tarafından fethedilen Kudüs’te Abbasî Halifesi ve Sultan Alp Arslan
adına hutbe okunmaya başlamış. Kudüs’te çeyrek asırdan fazla sürecek Selçuklu
hâkimiyeti başlamıştır.
Selçuklular hiçbir zaman fanatik
olmamışlar, kendilerini iktidar hevesi ve coşkusuna kaptırmamışlardır. Atsız’ın
ölümünden sonra Suriye ve Filistin şehirlerinin hâkimi olan Melikşah’ın kardeşi
Tâcüddevle Tutuş da Dimaşk (Şam)’ı ele geçirdikten sonra şehrin sakinlerine çok
iyi davranmış ve adaletle hükmetmiştir.
Artuk Bey, Kudüs valiliği görevindeyken
1091 yılında vefat etmiş ve Süleyman Mâbedi’ne giden yol üstünde
defnedilmiştir. Selahaddin Eyyûbî’nin Kudüs fethi sırasında şehit düşenlerin de
defnedildiği bu kabristan bugün Mücahidler Mezarlığı olarak bilinmektedir.
Son zamanlarda Kudüs’te Selçuklular
dönemine ait Artuk Bey tarafından yaptırıldığı ileri sürülen bir kitabenin
varlığı tespit edilmiştir. Kudüs’te Selçuklu idaresinin en önemli somut belgesi
olan bu kitabe, Mescid-i Aksâ’nın 2007 yılında tadilatı sırasında ortaya
çıkarılmıştır. Bugün Zekeriya Mihrabı olarak bilinen, Mescid-i Aksâ’nın doğu
tarafındaki küçük bir odanın güney duvarındaki mihrabın üzerinde bulunmaktadır.
I. Haçlı Seferi’nde Türklerin Antakya’da
Franklara mağlup olmaları Fatımîler için önemli bir fırsat olmuştur. Türklerin
Yakındoğu’da hızla güçlenmelerini çekemeyen Fatımîler, Haçlı başarısından
cesaret bularak. 1098 yılında Kudüs’e yürümüşlerdir.
Selçukluların Kudüs’e hâkim olduğu dönem
siyasî güç, ekonomik refah ve kültürel başarıda zirveye ulaştıkları dönemdir.
Melikşah’ın saltanatından söz eden İslâm ve gayrimüslim kaynakları onun gücü,
kudreti, iyiliği, doğruluğu ile birlikte adaleti ve ihsanını vurgulamışlardır.
Selçuklu egemenliğinde Kudüs sakinlerine
mezhep baskısı yapılmadığı ve onlara iyi niyetle muamele edildiği
görülmektedir. Bu dönemde Kudüs kadısı olan Muhammed b. Musa el Balasagunî
et-Türkî, Hanefî mezhebine mensuptu. Kaynağın ifadesiyle onun ibadette Hanefî
mezhebinin uygulamalarına sımsıkı bağlı kalması halkın şikâyetçi olmasına neden
olmuştu. Bunun üzerine görevden azledilen Muhammed b. Musa, Dimaşk kadılığına
tayin edilmiştir. (İbn Kesir, el-Bidâye, C. XII, s. 334.)
HAÇLI İSTİLASI
Kudüs, Fatımîlerin eline geçtikten sonra
çok geçmeden Haçlı saldırısına maruz kaldı. Antakya’yı aldıktan sonra ciddi bir
direnişle karşılaşmadan güneye doğru inen Haçlı kuvvetleri Kudüs’ü kuşattılar.
Haçlılara karşı göstermelik savunma yapan Fatımî savunmasını aşan Haçlılar, 15
Temmuz 1099’da Kudüs’ü işgal ettiler. Mabetlere sığınan şehrin Müslüman ve
Yahudi sakinlerine saldıran Franklar onları vahşice katlettiler. Mabetlerini de
yıkarak tüm cesetleri yaktılar. Haçlıların Kudüs’te yapmış oldukları katliam ve
yağmanın boyutunu dönemin çağdaş kaynaklarındaki veriler ortaya koymaktadır.
Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’de Kudüs’ü fethine kadar devam eden Haçlı hâkimiyeti sırasında Filistin savaş ve karışıklıklara sahne odu. Filistin Bölgesi Müslümanların eline geçene kadar acı günler yaşadı.
BÜYÜK KOMUTAN SELAHADDİN
Büyük
Selçukluların Dımaşk ve Haleb Atabeyi Nurettin Mahmud Zengî siyasi olarak;
Fatımi Devleti’ni ele geçirmek, Haçlıları bölgeden çıkarmak ve İstanbul’u
fethetmek olmak üzere üç hedefe odaklanmıştı. Bu hedeflerinden birincisini
başarmış ikincisinde ciddi bir ilerleme kat etmiş, üçüncüsü için ömrü
yetmemişti.
Kafkasya‟nın fethi ile buraya
nakledilen ilk Arap kolonilerinin burada yerlileşmesi süreci ile Eyyubi
Devleti’nin kurucuları tarih sahnesine çıkmıştır. Buradaki Kürt ve Türk
unsurları ile ve bilhassa Kürtlerle kaynaşan ve onlar arasında eriyen
Ravvadilerin tarih serüveni 12. yüzyılın ilk yarısında Irak Selçuklularının
hizmetine girmeleri ile yeni bir döneme girmiştir. Selçuklu Türklerinden sonra
Zengi Türklerinin hizmetine giren ve bilhassa Zengilerin devlet kademelerinde
en önemli görevlere getirilecek kadar onlarla bütünleşen Eyyubilerin kurucuları
1175’te Selahaddin Eyyubi ile bağımsız bir devlet yapısına kavuştuktan, 1250
yılında Eyyubilerin yıkılıp yerine Memlûk Türk Devleti‟nin kurulmasına kadar
aynı çizgide ve giderek artan bir şekilde Türkleşme süreci yaşamışlardır ki, bu
süreç devletin içinden çıkan Memlûkların tamamı ile Türklere dayanması sonucunu
ortaya çıkarmıştır.
Eyyubi hükümdarlarının Zengi
devleti, Tuğteginliler (Böriler) ve dolayısı ile Selçuklu geleneğini temsil
ettiklerini, bu geleneği kendilerinden sonra gelen Mısır Memlûklularına intikal
ettirdiklerini sayısız örneklerle göstermek mümkündür. Bunlardan biri
Eyyubilerin Selçukluların hizmetine girdikten sonra aldıkları Türkçe isimlerde
görmek mümkündür. Öyle ki sadece Türkçe isimleri almamışlar Türklerdeki ad
verme geleneğini de yaşatmışlardır. Selahaddin‟in kendisi de anne tarafından
Türk olduğu gibi eşi de Türk idi.
Şarkın Büyük Sultanı Selahaddin 4 Temmuz
1187’de Hıttin’de Kudüs Kralı Guy karşısında büyük bir zafer kazandı.
Selahaddin, başta Kral olmak üzere çoğu kişiyi ve sivil halkı affetti. Templier
ve Hospitalier tarikatı şövalyeleri affedilmezken diğer şövalye ve askerler
fidye karşılığı serbest bırakıldı.
Bu zaferin ardından Kutsal haç Müslümanların eline geçti. Taberiye, Akka, Nablus, Yafa, Sayda, Beyrut, Cübeyl, Askalan ve Gazze gibi şehirler de peş peşe Müslümanlarca fethedildi. Bundan sonra Selahaddin esas hedefi olan Kudüs’e yöneldi. 20 Eylül 1187 de kuşattığı şehri sonunda teslim aldı. 2 Ekim 1187’de bir Miraç gecesinde Kudüs’e giren Selahaddin Hıristiyanların şehirde kalmasına izin verdi. Hıristiyanlara ait kutsal mekanların idaresi Ortodokslara verilirken Yahudilerin kente tekrar yerleşmesine müsaade edildi. Büyük fatih Selahaddin Kubbetü’s- Sahra’nın tepesindeki Haç’ı hemen kaldırdı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, öncüsü Nureddin’in vasiyetini yerine getirerek Mescid-i Aksâ’ya onun yaptırdığı harikulade minberi yerleştirdi ve1969’da bir Yahudi tarafından çıkarılan yangında yok oluncaya kadar orada durdu. Kudüs’ün düşüşüyle Batı dünyası yaklaşık 90 yıl sonra hayallerini kaybetti. Fetih sonrası Papa Urban kahrından öldü.
ED-DEVLETU’T TÜRKİYYE
Kudüs, Memlük Devleti’nin ilk kuruluş
yılları sırasında (1250-1260) Suriye’deki Eyyûbîler ile Memlükler arasında
birkaç defa el değiştirdi. Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla
Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile (Nisan
1253) Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Ancak Filistin ve Kudüs 1256 yılında tekrar
Eyyûbîler’in eline geçti. Moğollar’a karşı kazanılan Aynicâlût zaferiyle (1260)
Eyyûbî hânedanı da sona erdi ve şehir daha istikrarlı bir yönetime kavuştu.
Hilâl-haç mücadelesinin sembolü konumundaki Kudüs’ün Haçlı tehlikesinin ortadan
kalkmasıyla birlikte siyasî açıdan önemi azaldı. Coğrafî konumunun yanı sıra
dönemin ana ticaret yollarının uzağında olması ve şehirde güçlü bir askerî
birliğin bulunmaması bunda etkili olmuştur.
Memlükler’in Kudüs politikası genel
politikalarına parallel olmuştur. Moğollar ve Haçlılar karşısında aldıkları
başarılı sonuçlarla askerî yeterliliklerini kanıtlayan Memlükler’in yabancı
oldukları bu topraklarda yer edinmeleri ve siyasî meşruiyet kazanmaları ulemâ
ve halk nezdinde destek bulmalarını gerektiriyordu. Bu sebeple Memlükler,
müslümanlar tarafından üçüncü mukaddes şehir kabul edilen Kudüs’e büyük önem
vermişler ve şehri yeniden imar etmişlerdir. Haçlı işgalinin ardından Kudüs’ün
yeniden bir İslâm şehri haline gelmesi Memlükler tarafından yapılan bu yoğun
imar faaliyetiyle gerçekleşmiştir. Günümüzde Kudüs’te bulunan 150 civarındaki
önemli tarihî eserin sekseni Memlükler devrine aittir. Bu dönemde Kudüs’te inşa
faaliyetlerinin artmasında Memlük sultanlarının kendilerini topluma kabul
ettirme çabalarının yanı sıra dinî gayeler, Memlük emîrlerinin öldükten sonra
müsâdere edilmesini önlemek amacıyla çocuklarını ve akrabalarını mütevelli
yaparak mallarını vakfetmeleri gibi pek çok sebepten söz etmek mümkündür.
Kudüs’ü birkaç defa ziyaret eden Bahrî
Memlük sultanlarından I. Baybars, Kubbetü’s-sahre’nin yıkılan kısımlarını tamir
ettirmiştir. Surların dışında şehre gelen tâcirleri karşılamak ve fakirleri
barındırmak maksadıyla bir de han yaptıran I. Baybars bazı köylerin gelirini
şehirdeki kutsal mekânların bakımına ayırmıştır. Yine Kudüs’ü ziyaret eden
sultanlardan Kalavun 1282’de, şehre gelen fakirler için RibâtuKalavun’u
(Ribâtü’l-Mansûrî) yaptırmıştır. Sultan Lâçin de Mihrâb-ı Dâvûd’u ihya
etmiştir. Kudüs’ün Bahrî Memlükler devrinde esas gelişmesi Muhammed b. Kalavun
döneminde (1293-1294, 1299-1309, 1309-1341) olmuştur. Mescid-i Aksâ ve
Kubbetü’s-sahre’yi tamir ettiren sultan Kubbetü’s-sahre etrafındaki kemerleri
de yaptırmış, Mescid-i Aksâ’nın arka tarafını mermerle kaplatmış, Harem-i
şerif’teki bazı mâbedlerin kubbelerini yaldızlatmıştır. Kaynaklar, bu
faaliyetlerin büyük bir itina ile yapıldığını ve yıllar sonra bile yeniliğini
koruduğunu kaydetmektedir. Kırk yıldan fazla hüküm süren Muhammed b. Kalavun
döneminde pek çok medrese, çarşı, han, hamam ve ribât yapılmış, Kudüs Kalesi
yenilenmiş ve şehre su getirilmiştir. Kalenin batı köşesindeki cami 1310
yılında inşa edilmiştir. Sultanların Kudüs’e olan ilgisi Burcî Memlükleri
zamanında da devam etmiştir. Berkuk ziyaret maksadıyla Kudüs’e gelmiş ve bir
süre burada kalmıştır. 1386’da Dârü’l-vekâle (Kaysâriyye) adıyla bilinen
Hânü’z-Zâhir’i yeniden yaptırmış, Kudüs’ün su yolunu (Kanâtü’l-arûb) tekrar
inşa ettirmiştir. Barsbay, Eyyûbî sultanlarından el-Melikü’l-Muazzam Îsâ’nın
1216’da yaptırmış olduğu sebili (sebîlüŞa‘lân) tamir ettirmiştir (1429).
el-Melikü’z-Zâhir Çakmak, Kubbetü’s-sahre’nin yıldırım düşmesi sonucu yanan
kubbesini onartmış, Mısır sahillerine yapılan hıristiyan saldırıları sebebiyle
Kudüs’teki hıristiyanların yapılarını yıktırmıştır. 1453’te tahta çıkan
el-Melikü’l-Eşref İnal, Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirmiş ve Kayıtbay döneminde
onarıldığından daha sonra SebîlüKayıtbay olarak bilinen sebili yaptırmıştır. Bu
sebile su temin eden Kanâtü’s-sebil’I Hoşkadem 1462’de yeniletmiştir. Ayrıca
Kayıtbay tarafından yıktırılarak yeniden yaptırıldığı için
el-Medresetü’l-Eşrefiyye olarak da bilinen el-Medresetü’s-SultâniyyeHoşkadem
devrinde bina edilmiştir. Sultan Kayıtbay, Eşrefiyye Medresesi’ni 1482’de
yeniden yaptırdığı gibi uzun yıllar ihmal edilen Kanâtü’s-sebîl’i ve Sebîlü
Kayıtbay’ı tamir ettirmiştir.
Memlukler, Osmanlıların yükselme devrine
kadar İslâm dünyasının koruyucusu ve en büyük devleti oldu. Baybars ve ardından
gelenler Haçlı seferlerinden kalan kontlukları birer birer ortadan kaldırarak
bölgeye yönelik dış tehditleri bertaraf etti. Resmi adı ed-Devletü’t-Türkiyye
olan ve yönetici kadrosu Türkçe konuşan Memlukler dönemi (1250-1517) Filistin
için barış, istikrar ve kültürel zenginlik devri oldu.
Kudüs’ün el değiştirmesi, Müslümanlar
arasında olduğu kadar Hıristiyanlar arasında da kargaşaya yol açtı. İmparator
İkinci Friedrich, İslâm kültürüne duyduğu hayranlık nedeniyle, kendi çevresinde
kabul görmemiş bir isimdi. Kudüs’te bir süre kaldıktan sonra, sessiz-sedasız
şehri terk ederek yeniden Avrupa’ya döndü.
Celaleddin Harzemşah’ın 1231’de vefatından sonra ona bağlı pek çok askeri güç Harezmiler adıyla Kuzey Irak’ta kaldı. Sonra Selçuklu toprağı Cezire ve Suriye’ye bazen saldırılar düzenlediler. Eyyubi sultanı es-Salih onları amcası es-Salih İsmail’e karşı paralı asker olarak kiraladı. Harezmiler 11 Temmuz 1244’te Kudüs’ü Haçlılarda geri aldılar. Harzemşahların yaklaşık 15 yıllık idaresinin ardından, 1260’da Mısır’da iktidara gelen Memlûklar, Filistin ve Suriye’yle birlikte Kudüs’ü de kontrol altına aldı. Kudüs, bundan sonra yaklaşık 250 yıl sükûnet içinde yaşayacaktı.
OSMANLI DÖNEMİ ve EN UZUN TÜRK HAKİMİYETİ
Filistin, Yavuz Sultan Selim zamanında Mercidâbık
Muharebesi’nden (1516) sonra Osmanlı idaresine girmiş; Kanûnî Sultan Süleyman
da çevresiyle birlikte bölgenin fethini tamamlamıştır. Bu dönemde mukaddes
yerleri korumak için Kudüs’te müslümanların “Harem” veya “Eski Şehir” olarak
adlandırdıkları 868 dönümlük kısmın etrafındaki duvarlar yeniden inşa
ettirilmiş; Hz. Dâvûd’un türbesiyle Kubbetü’s-sahre’nin duvarları ve kapısı
yenilenerek süslemelerle zenginleştirilmiştir. Bölgede gözle görülür izler
bırakan Osmanlılar, bazan idarî değişikliklere de yol açabilecek birtakım iç ve
dış sıkıntılar atlatmalarına rağmen I. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar Filistin
ve çevresini ellerinde tutmuşlardır.
Osmanlı döneminde Arz-ı Filistin denilen bölge idarî bakımdan
Şam eyaletine bağlı Kudüs, Gazze, Nablus ve Safed sancaklarına ayrıldı.
Bunların dışında doğrudan eyalet merkezine bağlı emirlikler de vardı. Merkezî
idarenin zayıf olduğu zamanlarda genellikle Akkâ’yı merkez edinen emîrler
ayaklanır ve idareyi ellerine alırlardı.
Bunların en ünlüleri Ma‘noğlu Fahreddin ile (ö. 1635) Zâhir
el-Ömer’dir (ö. 1782). Napolyon Bonapart 1799’da Mısır’ı ve Yafa’yı işgal
ederek Akkâ’yı kuşatıp Safed ve Nâsıra’ya kadar ilerlemişse de Cezzâr Ahmed
Paşa karşısında tutunamamış ve çekilmeye mecbur kalmıştır. 1832 yılında Mehmed
Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa tarafından ele geçirilen Filistin, 1840’ta
İngiltere ve Avusturya’nın yardımıyla tekrar Osmanlı idaresine girmiş, fakat
bundan böyle büyük devletlerin ilgi odağı olmuştur. (Karaman, 1996). İbrahim Paşa zamanında
Avrupâî siyaset doğrultusunda Filistin’de Katolik ve protestan misyoner
okulları açılmış ve milliyetçi düşünceler aşılanmaya çalışılmıştır. Amerika,
İngiltere ve Fransa’nın desteğini alan bu okullar Osmanlı Devleti’nin
yıkılmasında etkili olmuşlardır (Dursun, 1995).
1856 tarihinde İstanbul hükümetinin
çıkarmış olduğu “Tapu Kanunu” toprakların sahipleri adına tescil edileceği ve
bu kayıtlara tapu senetleri çıkarılacağı esasını getirmiştir. Bunun üzerine
toprak sahipleri, arazilerinin kayıtlarını kendi adlarına yazdırmışlardır.
Filistinli çiftçiler ise arazi vergisinden kurtulmak için, topraklarını
kaydettirmede hayalî isimler kullanmışlardır. Yapılan bu hata pek büyük
karışıklıklara yol açmış ve mirasçılar arasında kuşaklar boyu devam eden
anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bundan faydalanmak isteyen zengin kesimler, birkaç
köyün arazisini üzerlerine kaydettirme fırsatını yakalamışlardır. Ayrıca bu
zenginlerin ellerindeki arazileri yüksek fiyatlarla Yahudilere satmaları
sonucu, Filistin için tehlikeli geleceğin alt yapısı hazırlanmıştır (Çelik, 1993).
1887’de Kudüs merkeze bağlı bir mutasarrıflık haline
getirildi; bir yıl sonra da Beyrut vilâyeti oluşturulunca Nablus ve Akkâ bu
vilâyetin sınırları içine alındı. Böylece Filistin iki bölüme ayrılmış oldu.
Filistin’in kuzeyi Beyrut valiliğince idare edilirken kutsal toprakların güney
kısmı Kudüs mutasarrıflığının idaresine bırakıldı. Bu ayırıma göre Kudüs
sancağına bağlı önemli şehirler Kudüs, Yafa, Gazze ve Halîlürrahman; Akkâ
sancağına bağlı olanlar Akkâ, Hayfa, Safed, Nâsıra ve Taberiye; Nablus sancağına
bağlı olanlar ise Nablus, Benîsâb, Cemmâîn ve Cenîn idi. Böylece Ürdün nehri
(Şeria) sınır kabul edildiğinde bu taksimat içinde kalan Osmanlı Filistini
küçük farklarla daha sonraki İngiliz mandası döneminde de devam etti.
1880’de nüfusun % 87’sinin, 1890’da % 85’inin, 1914’te %
83’ünün (o sıralarda göçle gelen ve vatandaşlığa kaydedilmeyen yahudiler hesaba
katıldığında bile % 77’si) müslüman olduğu görülmektedir (McCarthy, s. 11).
Yaygın toprak sisteminde devlet mülkü sayılan mîrî araziler
genellikle çiftçilere verilmekte, ekildiği sürece nesilden nesile
devredilmekteydi. 1858’de çıkarılan Arazi Kanunnâmesi ile bu toprakları,
kullanan çiftçilere tapulama yoluna gidildi; fakat çiftçilerin vergi ve
askerlik kaygısıyla istekli davranmamaları yüzünden bu konuda fazla bir gelişme
sağlanamadı.
İslâm fethinden önce Filistin nüfusunda çoğunluk teşkil
ederken sonraki dönemlerde azınlık durumuna düşen dinî gruplar arasında Grek
Ortodoks mezhebine mensup Araplar önde geliyordu. Burada, başka dinden olanlara
ve onların kutsal yerlerine daha önceki müslüman idarelerin gösterdiği
hoşgörüyü ve korumayı Osmanlılar da göstermişlerdir. Osmanlı arşiv belgeleri,
Filistin’deki idarenin orada yaşayan yahudileri dinî vecîbelerini ifa konusunda
ne kadar serbest bıraktığını açıkça göstermektedir. Önceki dönemlerde yerleşmeye
başlayan ve farklı unsurlara hukukî bir statü ve serbestlik sağlayan ‘millet
sistemi’ni Osmanlılar daha kapsamlı bir şekilde sürdürmüşlerdir. Bu sistem
sayesinde zaman içinde gerek hıristiyanların gerekse yahudilerin kurumlaşmaları
ve talepleri artmıştır.
Osmanlı yönetimi Filistin’de yahudi varlığını tanımış ve zaman zaman göçlerine izin vermişti. Tarihî kayıtlara göre burada eskiden beri mevcut bir yahudi topluluğu (Yishuv) vardı. Osmanlı tâbiiyetinde bulunan bu küçük topluluk, yerli halkla bir hayli kaynaşmış Sefardi yahudileriyle sonraki bazı göçlerle gelip daha çok kutsal saydıkları dört şehre yerleşen Eşkenazi yahudilerinden oluşuyor ve bunların pek azı ticaretle, çoğu da dünya yahudilerinin gelenekleşmiş bağışları olan “halukka” ile geçiniyordu. Aliyah hareketiyle sistemli olarak gelip yerleşen yeni göçmenlerin durumu ise çok farklı idi.
SİYONİZM ve İLK FİTNE
HAREKETLERİ
İlk
olarak Fransız General Napolyon Bonaparte, 1799 yılında Osmanlı yönetimindeki
Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması fikrini ortaya attı.
1897
yılında Birinci Siyonizm Kongresi İsviçre'nin Basel şehrinde toplandı. 1896'da
gazeteci Theodor Herzl, ''Der Judenstaat'' yani Yahudi Devleti adlı bir kitap
yayınlamıştı ve kongrede bu kitaptaki fikirler tartışıldı. Herzl, Viyana'da
yaşayan bir Yahudi'ydi. Yahudiler'in kendi devletini kurmasını savunuyordu ve
özellikle Avrupa'daki Yahudi düşmanlığına karşı bu fikri geliştirmişti.
Kongrenin
sonunda, Basel Programı yayınlandı. Bu belgede, Filistin'de bir Yahudi
vatanının kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı'nın bu amaca ulaşmak için
faaliyete geçirilmesi öngörülüyordu. 1897'den önce, çok az sayıda Siyonist
göçmen zaten bölgeye gelmeye başlamıştı. 1903'e kadar, bunların sayısı 25 bine
ulaştı. Çoğu Doğu Avrupa'dan gelmişti. Bölgenin yarım milyona yakın Arap
sakiniyle birlikte yaşıyorlardı.
Siyonizm hareketi ortaya çıktığı zaman Filistin’in Osmanlı
yönetiminde bulunması, siyonistlerin bütün girişimlerinin özellikle Osmanlı
Devleti üzerinde yoğunlaşmasına sebep oldu. Siyonist liderleri önce II.
Abdülhamid ile, daha sonra da iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakkî ile
müzakerelere oturdular. Filistin’de bir Mûsevî yurdu kurulması için izin
isteyen siyonistler ilk defa Osmanlı hükümetine belirli bir meblağ karşılığında
Filistin’i satın almayı, ardından da Düyûn-ı Umûmiyye’nin kendileri tarafından
konsolidasyonunu teklif ettiler. Theodor Herzl başkanlığında bir heyet iki defa
II. Abdülhamid nezdinde girişimde bulundu ve Herzl 1901’de sultanla görüştü.
Padişah, zulümden kaçan yahudilere Osmanlı topraklarında yerleşme müsaadesi
vermekle birlikte Filistin’de yurt kurmaları yolundaki tasarıyı kabul etmedi;
Filistin’de toprak satın almalarını yasaklamak, hac maksadıyla Kudüs’ü ziyaret
edeceklere sadece geçici izin vermek, vize koymak gibi uygulamalar getirdi.
II. Abdülhamid’den istedikleri tavizleri alamayan siyonistler
1908 inkılâbını bir ümit ışığı olarak gördüler. Başa geçen İttihat ve Terakkî
iktidarı yeni hürriyet anlayışıyla önceleri olumlu bir yaklaşım içine girdi ve
II. Abdülhamid’in Kudüs’ü ziyaret edeceklere geçici olarak uyguladığı “kırmızı
tezkere” adı verilen izin belgesini kaldırdığı gibi Filistin’de toprak satın
almayı da serbest bıraktı. Fakat bu durum uzun sürmedi; özellikle 31 Mart
Vak‘ası’ndan sonra azınlıkların bağımsızlık ve ayrılma yönünde faaliyetlerini
arttırmaları, bu arada siyonistlerin çabalarını Filistin’de kolonileşme yönünde
planlı bir şekilde sürdürmeleri, imparatorluğun bütünlüğünü temel kaygı edinmiş
İttihatçı Genç Türkler’i kuşkulandırdı ve bu sebeple çeşitli yeni kısıtlamalar yürürlüğe
kondu.
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı-Alman ittifakı karşısında
yer alan Avrupalı güçler, siyonistler başta olmak üzere Osmanlı topraklarındaki
Türk olmayan unsurları devlet otoritesine karşı kışkırtmaya başladılar ve
sonunda cephede yenemedikleri Türkler’i ayaklanma ve beşinci kol faaliyetiyle
içten çökertmeyi başardılar. Bu arada kendi yanlarına çekmek için gerek
Araplar’a gerekse yahudilere yaptıkları taahhütler Filistin’in durumunu daha
karmaşık bir hale getirdi. İngiltere, Araplar’ı Osmanlılar’a karşı harekete
geçirmek için ilk sözü 1915-1916’da verdi. Şerîf Hüseyin - Mac-Mahon arasında
yapılan yazışmalarla İtilâf güçlerine sağlanacak desteğe karşılık Arap
topraklarının bağımsızlığı vaad edilirken Filistin’in adı açıkça
zikredilmeyerek bir bulanıklık yaratıldı. Buna rağmen o yıllarda bu taahhüdün
bir aldatmacadan ibaret olduğunu bilmeyen Şerîf Hüseyin İtilâf devletlerinin
işini kolaylaştıracak şekilde Osmanlılar’a karşı isyan etti. Halbuki çıkarları
çatışan İngiltere ve Fransa, savaş sonrası için gizli paylaşım planlarını 1916
Mayısında hazırlamışlardı. Sykes-Picot Antlaşması adıyla bilinen bu plana göre
Araplar’a bağımsız devlet kurmak üzere vaad edilen topraklar belli bir çizgiden
sapılarak İngiliz ve Fransız nüfuz alanları şeklinde ikiye ayrılıyor, çıkarların
uzlaşamadığı Filistin toprakları için ise milletlerarası bir idare
düşünülüyordu.
31 Ekim 1917’de Mareşal Allenby kumandasındaki İngiliz ordusu Filistin’in Bi’rüssebi‘ yöresini ele geçirdi. Kudüs’ü savunmak için Osmanlı cephesinde yeni bir ordu grubu kurulduysa da başarı sağlanamadı ve Allenby 11 Aralık’ta şehre girip etrafındakilere Haçlı seferlerinin ancak şimdi bittiğini söyledi (Öke, s. 337; Adnân Ali en-Nahvî, s. 68). Kudüs’ün düşüşünden sonra İngilizler Eylül 1918’e kadar Filistin topraklarının tamamını ele geçirdiler. Böylece Osmanlı idaresi fiilen son bulurken İslâm hâkimiyeti dönemi de kapanmış oldu.
SONUÇ
Bin yıldır Müslümanların ve çoğunlukla da Müslüman Türklerin hakimiyetinde yaşayan bu kadim bölge son yüzyılda yeni bir vahşet, işkence ve soykırımla yeniden insanlığın gündeminde.
Türklerin Filistin ile bin yıl öncesine
dayanan güçlü sosyal, siyasal, kültürel ve tarihsel bağlar ve özellikle Osmanlı
Devleti hakimiyetindeki son 400 yıllık süreç, gerek kutsal topraklar bakımından
ve gerek farklı din ya da etnik unsura mensup bölge insanı açısından barış ve
huzur dolu zamanlara işaret eder.
Birinci
Dünya Savaşı sırasında da Filistin ve çevresi Osmanlı idaresindeydi.
İngiltere'nin ve iş birliği yaptığı bazı Arap ailelerinin Osmanlı hakimiyetine
son vermesine kadar da bu durum devam etti.
İngiltere
savaşın sonunda, 1918'de bölgeyi işgal etti. 25 Nisan 1920'de alınan Milletler
Cemiyeti kararıyla, İngiltere'ye, bölgenin manda idaresi için yetki verildi. Bu
değişim döneminde üç söz verildi. 1916'da Mısır'daki İngiliz idarecisi Sir
Henry McMahon, Osmanlı'nın Arap illerinde Araplara bağımsızlık sözü vermişti.
Bununla beraber galip devletler Fransa ve İngiltere arasında gizlice imzalanan
Sykes-Picot Antlaşması, bölgeyi bu ülkeler arasında ikiye bölüyor, Filistin'de
ise uluslararası idare kurulması öngörülüyordu.
Bugünkü
Filistin Bayrağı da ilk
olarak Şerif Hüseyin tarafından 1916
yılında Osmanlı Devleti'ne karşı başlatılan Arap ayaklanmasının sembolü olarak İngilizler
tarafından tasarlandı.
1917'de,
İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Filistin'de Yahudi halkları için bir
vatan kurulması sözünü vermiş, bu vaadini Siyonist önderlerden LordRothschild'e
gönderilen mektupta belirtmişti. Bu mektup Balfour Deklarasyonu olarak
anılmaktadır.
Her ne kadar son dönemlerde Türkiye
Cumhuriyeti, İsrail işgaline karşı Filistin halkının ve bağımsızlık
mücadelesinin destekçisi olmuş, 1975 yılından itibaren Filistin Kurtuluş
Örgütü’nü resmî muhatap kabul etse de ve hatta 1988 yılında sürgünde gerçekleşen
bağımsızlık ilanını ilk gün tanıyan devletlerden biri olsa da net ve tutarlı
bir devlet politikasına sahip olmaması sebebi ile bugün hala milletimizde
oluşmuş net bir Filistin olgusu bulunmamaktadır.
Sürekli ve sadece Arap ihaneti ile
Osmanlı’nın dağılması işlenirken nasıl bütün bu süreci yöneten ve resmi olarak
bizimle savaşan İngilizler gündeme gelmiyorsa, bu gün Filistin davası da hiç
bir zaman Türklerle alakası olmamış bir Arap meselesi olarak gündeme
getirilmektedir.
Nasıl 202 yıl önce Mora Yarımadasında
50.000 Türkün katledilmesi olayı Yunanistanın Onur ve Kurtuluş Günü olarak
kutlanıyorsa, Filistin halkının yüzde 67'sine tekabül eden 957 bin kişinin
vatanlarından zorla çıkarılması ve kültürel, sosyal dokunun yok edilmesiyle
başlayan ve günümüze kadar devam eden felaketlerin başlangıcı olan Filistinlilerin
"Nekbe"si İsrailliler için "bir devletin kuruluş" günü olarak
14 Mayıs’da kutlanıyor.
Selçukluların Anadolu’ya gelişinden çok
daha önce bölgede bulunan Türk varlığı ve Türkmenler üzerine kurulu sosyal
dokusu dikkate alınmadan yapılacak her tahlil anlamsız kalacaktır. 1000 yıllık
Türk hakimiyeti bir yana bugün bile sadece Golan Tepeleri bölgesinde kurulu 40
civarındaki Türkmen köyü dikkate alınmadan yapılacak her strateji boşa
çıkacaktır.
Hali
hazırda Türkiye, Filistin-İsrail ihtilafına iki devletli çözüme yönelik klasik
BM parametreleri temelinde bakmakta ve müzakereler yoluyla adil, kapsamlı ve
kalıcı bir çözüm getirilmesini, 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs
olan, coğrafi bütünlüğe sahip, bağımsız ve egemen Filistin Devleti’nin
kurulmasını desteklemektedir.
Öte yandan yasadışı, işgalci, sömürgeci,
ırkçı ve hiçbir zaman Filistinlilerle barış yapmak niyetinde olmamış bir terör
devleti ile sürdürülen yüksek düzeyde ikili ilişkiler, süreci anlamsız ve
içinden çıkılamaz bir paradoksa sürüklemektedir.
İsrail sorunu çözülmedikçe, Filistin sorunu çözülemez.
Kaldı ki Vadedilmiş Toprakların Doğu ve
Güneydoğu illerimizi de kapsaması Türkiye’yi bir sonraki hedef konumuna
getirmektedir.
İsrail ile normal ilişki kurmak, anlaşmalar imzalamak Filistin davasını
baştan baltalamaktır ve İsrail’in normal devlet statüsü kazanmasını sağlamaya
hizmettir.
Türkiye ile Filistin arasındaki son
yıllarda imzalanan pek çok antlaşma bile ihracatta İsrail gümrüklerinin
kullanılıyor olması ve İsrail tarafının bu süreçlerdeki genel tutum ve
uygulamaları sebebiyle anlamsız kalmaktadır. Kudüs’ü kutsal amaçlarla ziyaret
eden Müslümanların bölgeye ancak İsrail vizesi ile girebilmeleri bu traji komik
durumu özetlemeye yetecektir.
Bütün bu tarihsel akış ve
gerçeklerden sonra bugün yaşanan insanlık dramına ister insanlık açısından, ister
Müslümanlık açısından, ister Türklük açısından ya da salt güvenlik açısından
bakın olay tüm çıplaklığıyla bizi ilgilendirmekte ve merkezinde Türkiye’nin
olduğu bir gelecek mühendisliğini ortaya koymaktadır.
Kaynakça
Biren, M. T. (1993). II. Abdülhamid,
meşrûtiyet ve mütareke devri hatıraları, 1, İstanbul: Arma Yayınları.
Buzpınar, T. (2011). Filistin’e
yahûdî göçü meselesi (1878-1908), Devr-i Hamid, Sultan İkinci Abdülhamid, 5,
Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları.
Çelik, M. (1993). Filistin, doğuştan
günümüze büyük İslam tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları, Darkot, B. (1988).
Dursun D. (1995). Ortadoğu neresi?,
İstanbul: İnsan Yayınları.
Elçibey, E. (1980). 106-107; Philip
K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi (Çeviren: Salih Tuğ), İstanbul 1980,
III, 712.)
Filistin, İslam ansiklopedisi, 4.
İstanbul: Millî Eğitim Basımevi. Demirkent, I. (2002).
Haçlılar dönemi Kudüs, Diyanet İslam
Ansiklopedisi, (26), 330-332, 334-335 Dolu, A. (2016).
Harman, Ö. F. (2002). Kudüs,
İstanbul: Diyanet İslam Ansiklopedisi, (26), 324- 325.
İbnû’l-Esir, el-Kâmil fî’t-Târih, C.
VIII, s. 390; Sıbt İbnu’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târiîhi’l-Âyân’da
Selçuklular, Seçme, Tercüme ve Değerlendirme: Ali Sevim, Ankara: TTK, 2011, s.
195.
Karaman, M. L. (1996), Filistin,
Diyanet İslam Ansiklopedisi, (13), 89-91,103,137-138,140.
Karaköse, H. (2018). Orta doğuda
Osmanlı İngiliz mücadelesi (1876-1918 yılları arası), Ankara: Nobel Yayınları.
Kasalak ,K. (2016). İngilizlerin
Filistin politikası ve Filistin mandası, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 3(25), 66-67. Kılıç, R. (2017).
Kızıltoprak,
S. (2023). Düzce Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Kültür Merkezi Cumhuriyet
Konferans Salonu’ndaki konuşması.
Koca S.
(2007). Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ın Suriye, Filistin, Mısır Politikası
ve Türkmen Beyi Atsız, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt: 0 Sayı: 22 Sayfa
Aralığı: 1 - 37 Metin Dili: Türkçe İndeks
Tarihi: 29-07-2022)
Kürkçüoğlu, Ö. (1982). Osmanlı
devletine karşı Arap bağımsızlık hareketi (1908- 1918), Ankara: AÜSB. Fakültesi
Yayını.
McCarthy, J. (1988). The Population
of Palestine : population history and statistics of the late Ottoman period and
the mandate, New York: Columbia University Press.
Nedim, Ş. M. (1995), Filistin savaşı
(1914-1918), Çev. Abdullah Es, Ankara: Genelkurmay Başkanlığı Yayını.
Nedşe, R. Ş. (2014), Sultan ikinci
Abdülhamid ve Filistin, Çev. Necmeddin Gevri, İstanbul: Eşik Yayınları
Öke, M. K. (1993), Son dönem Osmanlı
imparatorluğu, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, 12, İstanbul: Çağ
Yayınları
Öke, M. K. (2006), Osmanlı
imparatorluğu, siyonizm ve Filistin sorunu (1880-1914), Marife, 6 (1), 263-264
Turan, Ö. (2003), Medeniyetlerin
çatıştığı nokta orta doğu, İstanbul: Acar Matbaacılık
Türk, F. (2007), Yahûdî devletinin demografik temelleri, birinci dünya savaşına kadar Osmanlı Devleti’nin Filistin siyaseti, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(2), 71, 73,78-79, 81.
Toplam Okunma Sayısı : 1510