
HUKUK AÇISINDAN SOYKIRIM SUÇU VE UYGUR SOYKIRIMI
Doğu Türkistan,
1 Ekim 1955’te eyalet statüsünden çıkarılarak Moğol, Kırgız, Kazak ve Hui alt
idari birimleriyle birlikte özerk bölge ilan edilmiştir. İsmi de Xinjiang Uygur
Özerk Bölgesi olarak değiştirilmiştir.
İşgal
sonrası ÇİN, Çin Halk Cumhuriyeti’nin en geniş coğrafyasında, nüfusun %9 una
denk gelen bir etnik azınlık ve en eski düşman topluluğu ile karşı karşıya
kalmışsa da, üçyüzü aşkın nehir, yüzü aşkın göl,
118 çeşit maden (Altın, Uranyum, Wolfram…) 8
milyar ton petrol rezervi, Çin kömür rezervinin %50 si ve İpek Yolu güzergahının
karşı konulmaz cazibesini yaşıyordu.
İlk işi, ülke
genelindeki azınlık statüsünü bölgesel anlamda da azınlık statüsüne çevirme
gayreti oldu. 1950’de Han Çinlilerin Doğu Türkistan’a göçünü teşvik eden bir
nüfus transfer programı ilan edildi, göçenlere ciddi imtiyazlar verildi.
Ardından Mao,
1966 yılında “Büyük Proleter Kültür Devrimi” başlattı, “Panislamizm” ve
“Pantürkizm” karşıtı kampanyalar başlatıldı, karşı devrimciler(!) katledildi ya
da sürüldü. Müslüman
liderler ve âlimlere saldırıldı, camiler, ibadethaneler, türbe/ziyaretgâhlar,
mezarlar kapatıldı, tahrip edildi, yıkıldı, depo, ahır vb. yapıldı. Ardından bölgede
nükleer denemeler yapıldı.
Tüm bu önemli
girişimlerin ardından Doğu Türkistan’da; 1990’da Barın Olayları,
1997’de Gulca OIayları, 2009’da ise Urumçi
Olayları patlak verdi. Büyük katliamlarla bastırılan ve dünyanın da göz yumduğu
bu toplumsal hareketlenmelerden sonra bölgede yeni bir yönetim ve sömürge
tarzına geçildi.
Tutuklama
merkezleri, gözaltı merkezleri, meslek kampları, melekler kampı ve evde ıslah
projeleriyle milyonlarca insan gözaltına alındı, işkenceye tabi tutuldu, yok
edildi, öldürüldü, kültürel değişime zorlandı ve soykırım politikaları yeni
şekline büründü.
1. BÖLGENİN YASAL STATÜSÜ
Doğu
Türkistan dediğimiz Sincan Özerk Bölgesi, BM nezdinde Çin Toprağı olarak
kaydedilmiştir. Bölge Sincan (Uygur) Özerk Bölgesi olarak adlandırılmaktadır.
Dolayısıyla
ÇHC ile diplomatik ilişkiye giren her devlet toprak bütünlüğünü kabul etmek
durumundadır.
Türkiye -
ÇHC arasındaki ilk diplomatik ilişki 1971 yılında tesis edilmiştir. Bu ilişki, 2010
Yılında ‘stratejik İşbirliği’ statüsüne çıkartılmıştır. Türk Dışişleri, Uygur
Türklerinin temel hak ve özgürlüklerine önem atfetmekte ise de mevcut yasal
çerçeve, uluslararası hukuk nizamı ve de jeopolitik ve ekonomik realite
sebebiyle Çin ile ilişkiler belli bir denge politikası etrafında inşa
ettirilmektedir.
1.A. ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi 10 Aralık 1948 yılında kabul edildiğinde Çin Halk
Cumhuriyeti henüz kurulmamıştır. Bu bakımdan bildirinin hazırlanması ve
yayınlanmasında Çin’in herhangi bir rolü olmamıştır.
1949 yılında ÇHC kurulduktan sonra
bildiriyle ilgili herhangi bir tepki ortaya koymaksızın ülke anayasasının
içeriği itibariyle bildiriye uygunluk sağlamıştır.
Bununla beraber Çin Halk Cumhuriyeti
kuruluşundan günümüze kadar insan hakları bağlamında 20 uluslararası sözleşmeye
katılarak taraf devlet olmuştur. Birleşmiş Milletler belgeleri içinde Çin Halk
Cumhuriyeti’nin taraf olduğu sözleşmeler; Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası
Sözleşmesi, Ekonomik ve Sosyal Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve
Irkçılığa Dayalı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi’dir.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948
tarihinde Paris’te yapılan 183. oturumunda 30 madde olarak kabul edilmiştir.
Oylamaya katılan 56 Birleşmiş Milletler üyesi ülkeden 48 ülke “olumlu” oy
verirken 8 ülke “çekimser” oy kullanmıştır. Bu bildiri Birleşmiş Milletler
Genel Kurulunca oylama sonucu kabul edildiğinden dolayı hukuki anlamda
“tavsiye” niteliği taşımakta ve “bağlayıcı” bir etkiye sahip değildir. ÇHC bu
bildiriye taraf ülkelerdendir.
Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası
Sözleşmesi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca
16 Aralık 1966 tarihinde kabul edilmiştir. Sözleşme 23 Mart 1976 tarihinde
yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf olan devletler; bireylerin yaşama hakkı,
din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, mahremiyet
hakkı dahil, sivil ve siyasi hak ve özgürlüklerine saygı göstereceklerini
taahhüt eder. 2021 yılı itibariyle Birleşmiş Milletler üyesi 173 ülke
sözleşmeyi imzalayarak “taraf ülke” pozisyonu almıştır. Çin Halk Cumhuriyeti bu
sözleşmeyi 5 Ekim 1998 tarihinde imzalayarak bireylerin haklarına saygı
duyacağını taahhüt etmiştir. Bu anlamda Doğu Türkistan’da Müslüman Uygur
Türklerinin maruz kaldığı uygulamaları medeni ve siyasi hak ve özgürlükler
bağlamında incelemek için kıymetli bir kaynaktır.
Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası
Sözleşmesiyle koruma altına alınan hak ve özgürlükler şu şekilde sıralanabilir:
Halkların kendi kaderini tayin
hakkı, yaşama hakkı, işkenceden korunma hakkı, kölelikten korunma hakkı, özgürlük
ve güvenlik hakkı, tutuklu hakları, borçtan dolayı hapisten korunma hakkı, seyahat
özgürlüğü, yabancıların sınır dışı
edilmelerine karşı usulü güvenceler, adil yargılanma hakkı, kanunsuz suç ve
ceza olmaz ilkesi, kişi olarak tanınma hakkı, mahremiyet hakkı, din, vicdan ve
düşünce özgürlüğü, ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü, savaş propagandası
ve düşmanlığı savunma yasağı, ailenin korunması hakkı, cocukların hakları, siyasi
haklar, hukuk önünde eşitlik hakkı, azınlıkların korunması… Etkin bir ifade ile
‘azınlıkların kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadet
etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenemez’.
Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
Uluslararası Sözleşmesi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca
16 Aralık 1966 tarihinde kabul edilmiş ve katılım için onaya sunularak 3 Ocak
1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeye taraf olan devletler, tüm
insanların doğuştan sahip oldukları eşit ve devredilmez hakların tanınmasını,
özgürlük, adalet ve barışın temel değerler olduğunu kabul ederler. Sözleşme,
İnsan Hakları Evrensel Bildirisine uygun olarak, bireylerin sosyal güvenlik,
çalışma, kültürel ve eğitim hakkına saygı duyulması ve bu hususta çaba
gösterilmesini teşvik ve taahhüt ederek 31 madde olarak kabul edilmiştir. 2021
yılı itibariyle Birleşmiş Milletler üyesi 171 ülke tarafından imzalanmıştır.
Çin Halk Cumhuriyeti 27 Mart 2001 tarihinde sözleşmeyi imzalayarak taraf devlet
olmuştur.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1514 sayılı ve 1960
tarihli kararı ile self determinasyon üye ülkeler nezdinde bir hak olarak kabul
edilmiştir. Buna göre sömürge altındaki
halkların yabancı egemenliğinden kurtularak, kendi egemen devletlerini kurma
veya başka bir egemen devletle birleşme arzuları self determinasyondan doğan
doğal bir haktır. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin ifade edilen iki sözleşmesinin
1. maddelerinde bu hakka yer verilmiştir. Bunun neticesinde self determinasyon
bir insan hakkına dönüşmüştür.
Self determinasyon hakkının
açıklanması ve onaylanması bakımından, 24 Ekim 1970 tarihli ve 2625 sayılı
“Birleşmiş Milletler Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostane
İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkelerine Dair Bildiri” büyük
önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları
Konferansında, tüm halkların self determinasyon hakkı olduğu belirtilmiştir.
Yine; azınlık hakları hususunda
uluslararası hukuk noktasında önemli kabul edilen bazı belgeler şunlardır: 26
Haziran 1990 tarihli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Kopenhag Belgesi,
18 Aralık 1992 tarihli Birleşmiş Milletler Ulusal ya da Etnik Dinsel ve Dilsel
Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi, 10 Kasım 1994 tarihli Avrupa
Konseyi Ulusal Azınlıkların Haklarının Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmedir.
Ayrıca BM Genel Kurulu’nun 1971 tarih ve 2787 sayılı Kararı kendi kaderini
tayin hakkı için mücadele eden topluluklara maddi ve manevi yardım yapılmasını
öngörmüştür.
1. B. ÇİN HALK CUMHURİYETİ İÇ HUKUKU AÇISINDAN
ÇHC 1982 Anayasasının 2. Bölümü
“Vatandaşların Temel Hak ve Ödevleri” başlığını taşımaktadır.
4. maddesinin 1. paragrafında, ‘Çin
Halk Cumhuriyeti’ndeki tüm etnik gruplar eşittir. Devlet tüm etnik azınlıkların
yasal hak ve menfaatlerini korur ve tüm etnik gruplar arasında eşitlik, birlik,
karşılıklı yardımlaşma ve uyum ilişkilerini destekler ve teşvik eder. Herhangi
bir etnik gruba karşı ayrımcılık ve baskı yasaktır, etnik grupların birliğini
zayıflatan ve etnik gruplar arasında ayrım yaratan tüm faaliyetler yasaktır.’
Ifadesi bulunmaktadır. Yani azınlıkların haklarını açıklayıp anayasal düzlemde
garanti altına alırken, azınlık kavramını da “etnik ve sayısal olarak başat
olmayan” grubu ifade edecek şekilde ele almaktadır.
Anayasanın 4. maddesinin 3. paragrafına
göre ise, etnik azınlıklar tarafından yerleşilen idari birimlerde bölgesel
özerklik uygulanır, özerk organlar kurulur ve öz yönetim yetkisi kullanılır.
Tüm etnik özerk idari birimleri, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bölünmez parçasıdır.
Özerklik Sovyet Rusya örneğinde olduğu gibi cumhuriyet statüsünde olmayıp,
kendine bağlı özerk yönetimler olarak sistemleştirmiştir. Bir grubun özerklik
statüsü kazanabilmesi için de ortak dil, coğrafya, kültür ve iktisadi yaşama
sahip olması gerekir.
Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti’nde 5
özerk bölge, 30 özerk eyalet, 124 özerk vilayet ve 1.200 özerk nahiye
bulunmaktadır. Özerk bölgeler: Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi, Xizang Tibet Özerk
Bölgesi, Guangxi Zhuang Özerk Bölgesi, Ningxia Hui Özerk Bölgesi ve İç
Moğolistan Moğol Özerk Bölgesi’dir .
1982 anayasası ile azınlık etnik
gruplara sosyal, kültürel ve siyasal alanda geniş özgürlükler tanımıştır. Buna
rağmen insan hakları ihlalleri tüm yasal düzenlemelere rağmen devam etmiş,
verilen hak ve özgürlüklerin kâğıt üzerinde kalmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin
azınlıklarla ilgili yasaları siyaset, ekonomi ve eğitim, dil ve kültür olarak
üç kategoride değerlendirebilir.
Azınlık gruplara verilen kendini
yönetme hakkının uygulama noktasında önemli zafiyetleri bulunmaktadır.
Azınlıklara ait yönetim birimlerinin faaliyetleri, Çin yönetiminin genel siyasi
politikalarının dışına çıkamaz. Bu sebeple, Çin Halk Cumhuriyeti’nde gerçek
anlamda özerk yönetimlerin varlığı sözkonusu değildir.
Özerk yönetim kadrolarında etnik
azınlık temsilcilerinin yer almasına dair yasal düzenlemeler yapılıyor olsa da
kontenjanlar yetersizdir. Yönetim kadrolarında yer alacak kişilerde ehliyet ve
liyakatten çok Çin Komünist Partisi’ne bağlılık aranmaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti Anayasasında
“halkların kendi kaderini tayin hakkı (self determinasyon)” ile ilgili herhangi
bir madde yoktur.
Doğu Türkistan’da meydana gelen
ayaklanmalarda Uygur Türklerinin self determinasyon hakkını talep ettikleri ve
bu doğrultuda sloganlar geliştirdikleri görülmektedir. 1991 de Tarbağatay,
Altay ve Çöğçek vilayetlerinde baş gösteren bir ayaklanmada, Çöğçek’deki Çin
Komünist Partisi binası önünde toplanan yaklaşık 3.000 kişilik Uygur Türkü bir
grup “self determinasyon hakkını” Çin hükümetinden talep etmiştir.
ÇHC, self determinasyon hakkını
Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 2. maddesinin 7. fıkrası (İşbu Antlaşmanın
hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletlere üye herhangi bir devletin kendi iç yetki
alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi üyeleri de bu türden
konuları iş bu Antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz; ancak, bu
ilke VII. Bölümde öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını hiçbir
biçimde engellemez.) gereğince ülkenin iç işlerine karışmak olarak görmektedir.
Mart 1996’da Cenevre Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Komisyonu Yıllık Toplantısı’nda konuşan Çin Halk
Cumhuriyeti delegesi Pang Sen; “Birleşmiş Milletler Antlaşması ve birçok
uluslararası İnsan Hakları enstrümanının, self determinasyon hakkının, bir ülke
ve halkının bağımsızlık ve kurtuluşunu kazanma, kendi siyasi sistemine özgürce
karar verme ve kendi ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini özgürce sürdürme
hakkını oluşturduğunu açıkça öngördüğünü” söylemiş, self determinasyon
hakkının, bir ülkenin toprak bütünlüğünü veya siyasi birliğini parçalayacak ya
da bozacak bir yetki alanı ortaya çıkarmadığını veya bu anlamda teşvik edici
olduğu şeklinde yorumlanamayacağını ifade etmiştir.
Hükümet, Uygur Özerk Bölgesi'nde
dini “aşırılıkçılık” ve ayrılıkçılıkla ilişkilendirdiği terör tehditleriyle
mücadele etmek için kampanya sürdürmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti Devlet
Konseyi Enformasyon Ofisi, Mart 2019’da “Sincan'da Terörizm ve Aşırılıkla
Mücadele ve İnsan Haklarının Korunması” konulu Raporunda, "2014'ten bu
yana, Sincan'ın 1.588 şiddet ve terör çetesini yok ettiğini, 12.995 teröristi
tutukladığını, 2.052 patlayıcı cihaz ele geçirdiğini, 30.645 kişiyi 4.858
yasadışı dini faaliyetten dolayı cezalandırdığını ve 345.229 adet yasadışı dini
materyale el koyduğunu" belirtmiştir. Hükümet, 2016'dan bu yana Uygur
Özerk Bölgesi'nde hiçbir terör olayı olmadığını bildirerek yaklaşımının
başarısını iddia etmiştir.
İç hukuk düzenlemelerinde, terörün tanımı,
“Siyasi, ideolojik veya diğer amaçlarına ulaşmak için şiddet, yok etme,
korkutma gibi yöntemlerle toplumsal panik yaratan, kamu güvenliğini tehlikeye
atan, kişilere veya mülklere saldıran veya ulusal organları veya uluslararası
kuruluşları zorlayan önerme ve eylemler” şeklinde yaparken; “Terörist
faaliyetler”, olarak da: can kayıplarına, ağır mal kaybına, halka zarara neden
olan veya vermeye teşebbüs eden faaliyetleri organize etmek, planlamak,
hazırlamak veya yürütmek, tesisler, sosyal düzenin bozulması ve diğer ciddi
sosyal zararlar; terörizmi savunmak, terör faaliyetlerini teşvik etmek veya
terörizmi savunan makaleleri yasadışı olarak tutmak veya diğer kişileri halka
açık yerlerde terörizmi savunan kostüm veya semboller giymeye zorlamak, terör
örgütlerini örgütlemek, yönetmek veya terör örgütlerine katılmak, terör
örgütlerine, teröristlere bilgi, fon, malzeme, işgücü hizmetleri, teknolojiler,
yerler ve diğer destek, yardım ve kolaylık sağlamak, terör eylemlerinin
uygulanması veya terör eylemleri konusunda eğitim ve diğer terörist
faaliyetleri sıralamıştır.
Öte yandan
iç hukuka ‘aşırılık’ kavramını sokmuş ve bunu “dini öğretilerin çarpıtılması ve
aşırılığın teşvik edilmesinin yanı sıra, şiddetin, toplumsal nefretin ve
insanlık karşıtlığının teşvik edilmesi gibi diğer aşırı düşünce, konuşma ve
davranış biçimleri” olarak tanımlamıştır.
Bu nedenle
Hükümet; aşırılıkçı fikirleri”, “düşünceyi”, “faaliyetleri”, “giysileri”,
“sembolleri”, “işaretleri” ve “içeriği” yasaklamakta, ancak bu unsurları neyin
oluşturduğuna dair açıklık getirmemektedir.
Yöneticiler, kamplara getirilen kimselerin suçlu değil, “suç işleme
kabiliyetine sahip kimseler” olduklarını söylemekte ve Çin’in, “bu kimselerin
suçlu olma ihtimalini öğrenebilme kabiliyetine” sahip olduğunu BM yetkililerine
anlatmaktadırlar.
Çadır sahibi olmak, ekstra yiyecek
sahibi olmak, bir pusula sahip olmak, birden fazla bıçak sahibi olmak, alkol
almamak, sigarayı bırakmak, Çin bayrağının önünde eşarp takmak, namaz kılmak, dua etmek, yetkililerce
irislerinin taranmasına izin vermemek, okulda ana dilini konuşmak, Arap harfli
yazı olan kıyafet giymek, zorunlu
propaganda derslerine katılmamak, açık mücadele oturumlarında aile üyeleri veya kendisine yönelik suçlamayı
reddetmek, geleneksel bir cenaze töreni yapmak, başkalarına ant içmemeyi
veya lanetlememeyi önermek, başkalarına
günah işlememesini söylemek, güneş doğmadan önce kahvaltı yapmak, memurlarla
tartışmak, yerel görevliler hakkında şikayet dilekçesi göndermek, kendi yatağında yetkililerin uyumasına,
yemeğini yemesine ve evinde yaşamasına izin vermemek, yetkililerin DNA’sını
almasına izin vermemek, türban takmak (45 yaşın altındaysa) , oruç tutmak, telefonundaki
her şeyi yetkililerin indirmelerine izin vermemek, devlet dili çalışma gruplarında
anadilinde konuşmak, sakal bıyıklarını
uzatmak, zorunlu bayrak törenlerine katılmamak / Polis departmanına
kayıt olmadan evinde birden çok aileyi misafir etmek, yurt dışında seyahat eden biriyle konuşmak, yurtdışında seyahat
etmiş olmak, Çin’in başka bir ülke kadar olamadığını söylemek, fazla çocuk
sahibi olmak, VPN açmak, WhatsApp
açmak, yurtdışında çekilen bir videoyu izlemek, mescit veya camiye gitmek, dini tebliğ dinlemek, yetkililere vermek
için ses kayıtları hazırlamamak, yurtdışında biriyle konuşmak (Skype, WeChat
vb. Aracılığıyla), dini ikonografisi olan herhangi bir elbise giymek, eğitim
kamplarında intihar etmeye çalışmak ve yukarıdakilerden
herhangi birini yapmış olan biriyle bir ilişkisi bulunmak suç sayılan
aşırılıklar arasında.
2. SOYKIRIM SUÇU
Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında
yaşananlar (holokost) soykırım kavramının ortaya çıkmasında etkili olmuştur.
1933 yılında Raphael Lemkin yazdığı
bir makaleyle Madrid Konferansı’nda toplanan devlet liderlerini, dini ve etnik
grupların yok edilmesine karşı yasa çıkarmaya davet etmiştir.
Lemkin tarafından ortaya atılan
soykırım kavramı, Yunanca ‘genos’ ve Latince ‘cide’ kelimelerinin birleşiminden
üretilmiştir. Genos, ırk veya kabile; cide, öldürmek anlamlarına gelmektedir.
1945 yılına gelindiğinde II. Dünya
Savaşı bitmiş ve Nazi liderlerini yargılamak üzere Mihver Devletleri arasında
Londra Sözleşmesi imzalanmıştır. Bu Sözleşme ile birlikte Nürnberg Uluslararası
Askeri Ceza Mahkemesi kurulmuştur. Nürnberg iddianamesinde soykırım suçu geçmiş,
ancak 30.09.1946 tarihinde okunan kararda yer almamıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u,
11.12.1946 tarihinde Nürnberg yargılamalarını uluslararası teamül hukuku olarak
tanıyıp, soykırım suçunu kabul edince bu kavram suç olarak Uluslararası
Hukuk’ta yerini almıştır.
Bu gelişmelerin ardından 09.12.1948
tarihinde ‘Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’
imzaya açılmıştır. Sözleşme, 12.01.1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Sözleşme’yle ilk defa soykırım suçu,
uluslararası bir suç olarak tanınmıştır. Soykırım suçunun barış veya silahlı
çatışma döneminde işlenmesininde bir önemi yoktur. Sözleşme’ye taraf olan
devletler hem soykırım suçunu önlemek hem de soykırım suçu işlendikten sonra
suçluları cezalandırmakla yükümlüdür.
Sözleşme’de soykırım suçu
tanımlanmış ve 2. maddede yer alan fiilleri işleyenlerin soykırım suçu
işleyeceği hükme bağlanmıştır. Bu fiiller, soykırım suçunun maddi çerçevesini
ve unsurunu oluşturmaktadır:
a) Gruba mensup olanların
öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette
bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen,
fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten
değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek
amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir
başka gruba nakletmek.
2.A. SOYKIRIM SUÇUNA İLİŞKİN YARGILAMA YAPILABİLMESİ İÇİN
ÖN KOŞULLAR
Soykırım suçunun Mahkeme’ye
taşınabilmesi için Statü’ye taraf olunması gerekir. Taraf olunmayan durumlarda
ise Mahkeme’nin Yazı İşleri’ne yapılacak bir bildirimle Mahkeme’nin yargı
yetkisi tanınabilir. Bu durumda yer bakımından bir ülkenin sınırları içerisinde,
uçağında veya gemisinde; kişi bakımından ise vatandaşın soykırım suçunu
işlemesi halinde Mahkeme yargı yetkisini kullanabilmektedir.
Soruşturmanın açılması, taraf olan
devletin veya Mahkeme’nin yargı yetkisini kabul eden devletin başvurusu
üzerine, savcının kendiliğinden soruşturma başlatması veya Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin savcıya başvurusu üzerine gerçekleşmektedir. Statü’ye
taraf olan bir devletin, 14. madde çerçevesinde de başvuru imkanı vardır.
Bunların dışında soruşturmanın açılabilmesi için başvurunun kabul edilebilir
olması gerekir. Bu çerçevede; soykırım suçunu işleyen fail(ler) üzerinde yargı
yetkisi olan bir devletin soruşturma veya kovuşturma yapması, soruşturma
sonrasında ulusal mahkemenin ‘kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermesi’,
failin daha önceden yargılanmış olması ve dolayısıyla ‘non bis in idem ilkesi’
gereği Mahkeme yargılamayı kabul edilemez bulmaktadır.
Mahkeme’nin ulusal mahkemeleri
tamamlayıcı bir rol üstlendiğinden şüphe yoktur. Buna göre ulusal bir mahkeme,
Statü’de yer alan uluslararası suçlardan herhangi birini işleyen fail(ler)i
yargılama isteğinde değil ise UCM yargılama yapabilecektir.
Mahkeme’nin zaman bakımından yargı
yetkisi Statü’nün yürürlüğe girmesinden sonradır. Dolayısıyla soykırım suçunun
2002 yılı sonrasında işlenmiş olması gerekir.
Soykırım suçu 2002 yılı sonrasında
gerçekleşse bile bir devlet Statü’ye taraf değilse ve Mahkeme’nin yargı
yetkisini tanıyan bir bildirimde bulunmamışsa Mahkeme ancak ilgili devletin
taraf olduktan veya bildirimde bulunduktan sonraki başvurusunu yargı yetkisi
kapsamında değerlendirmektedir.
Soykırım suçunun faili herhangi bir
gerçek kişi olabilir. Çünkü Mahkeme ancak gerçek kişiler üzerinde yargı
yetkisine sahiptir (RS, m. 25/1). Fail, devlet görevlisi veya devletle
bağlantılı bir kişi olabileceği gibi devletle ilgisi olmayan herhangi bir kişi de
olabilir. Buna göre fail, soykırım suçunu devletin yürüttüğü bir politika
çerçevesinde işleyebileceği gibi bunun dışındaki bir niyetle de işleyebilir.
Failin devlet başkanı, hükümet veya parlamento üyesi veya farklı bir unvana
sahip olması, bu kişilerin yargılanmasını engellememekte veya ceza indirimine
neden olmamaktadır.
Statü’ye göre, icrai hareketlere
başlanmış ancak neticelenmemiş soykırım fiil(ler)i için failin ceza sorumluluğu
vardır. Burada fiillerin hepsinin işlenmesine gerek olmadığı gibi grubun kısmen
veya tamamen yok edilmesi de gerekmez.
Soykırım suçunun maddi unsuru
çerçevesinde ilk olarak, ‘gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba
nakletme’ fiili üzerinde durulacaktır.
Soykırım suçunu teşkil edebilecek 2.
fiil, ‘grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler koymak’tır.
Soykırım suçunu teşkil edebilecek 3.
fiil, ‘fiziksel olarak kısmen ya da tamamen yok etmek kastıyla, grubu ağır
yaşam koşullarına maruz bırakmak’tır.
Soykırım suçunu teşkil edebilecek 4.
fiil, ‘grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar
verilmesi’dir.
Soykırım suçunu teşkil edebilecek 5.
fiilde ‘öldürme’dir.
Kardeşlerinden ikisi kampta bulunan
veya ebeveynleri sürgünde bulunan çocuklar, Çin Halk Cumhuriyeti tarafından
zorla siyasi eğitim (melekler kampı) kamplarına götürülmektedir. Ailelerinden
zorla koparılan bu çocuklar, dışarıya çıkmalarına izin verilmeyen, ayda bir kez
ebeveynleriyle görüştürülen ve yoğun güvenlik önlemleri altındaki (yüksek duvar
ve 10.000 voltluk elektrik telleriyle çevrili) ‘sözde okullarda’, Çin
hükümetinin hazırladığı tektip Çin müfredatıyla zorla tam zamanlı siyasi
eğitime tabi tutulmaktadır. Eğitimcilerinin kamuflajlı askerler olduğu bu
kampların duvarlarında ‘Çinliyim ve ülkemi çok seviyorum’ şeklinde propaganda
ifadeleri yer almaktadır. Bu açıdanda Doğu Türkistanlı Müslüman Türk
çocuklarına karşı ‘fiziksel olarak kısmen ya da tamamen yok etmek kastıyla,
grubu ağır yaşam koşullarına maruz bırakma’ fiili işlenmektedir. Doğu
Türkistan’ın küçük bir ilçesinde bile 2000 çocuk bu kamplarda zorunlu olarak
tutulmaktadır. Asimilasyon yapılan bu siyasi kamplar resmiyette ‘yetimhane’,
‘çocuk sığınma evleri’, ‘çocuk esirgeme merkezi’, ‘çocuk koruma evleri’ ya da
‘melekler kampı’ olarak adlandırılmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’ne göre bu
siyasi asimilasyon kampları, aşırı dini ideolojilere sahip ‘gönüllü adayların’
beyinlerinin yıkandığı ‘Mesleki Beceri, Eğitim ve Öğretim’ merkezleridir.
Günümüzde demokratik devletlerin ulusal ceza hukuku sistemlerinde (Uluslararası
Ceza Hukuku’da buna dahil), 1-6 yaş arası çocukların kusur kabiliyetinin
olmadığı en baştan kabul edilmektedir. Bu çerçevede 1-6 yaş arası çocukların
‘gönüllü aday’ olduğunu söylemek, Çin Halk Cumhuriyeti’nin insan hakları, hukuk
ve doğal olarak bunları korumaya çalışan hukuk devletleri ve uluslararası
örgütlerle (en hafif tabiriyle) alay etmesi anlamına gelir.
1979 yılından bu yana zorunlu olarak
doğum kontrolü uygulanan Doğu Türkistan’da kadınların hamile kalması için resmi
izne ihtiyacı vardır. Doğu Türkistanlı ailelere, kentlerde 2 çocuğa, kırsal
kesimde 3 çocuğa izin verildiği resmi makamlarca belirtilirken gayriresmi
olarak kentlerde 1 ve kırsal kesimlerde 2 çocuk yapılması yönünde baskı
uygulandığı bağımsız kaynaklar tarafından ifade edilmektedir. 2017 yılıyla
birlikte Çin Halk Cumhuriyeti, kota fazlası çocuklar için ağır para cezalarının
yanında keyfi soruşturma açma ve hapse atma, hamile kalan kadınları toplama
kamplarında eğitime tabi tutma adı altında zulüm ve işkence ile çocuklarını
düşürtmeye ikna etme veya düşürme ve kısırlaştırma gibi fiilleri yoğun bir
şekilde işlemiştir ve işlemeye devam etmektedir. 2019 yılında sadece Wenquan’da
468 kadın kısırlaştırılmıştır. Bunların dışında doğumları kontrol etmek
amacıyla ayda 1 kere evlere baskınlar yapılarak hamileliği kontrol etme, 2 ayda
1 kere hamilelik testi ve 3 ayda bir rahim içine yerleştirilen aracın (spiral)
denetlenmesi veya ilaç uygulaması yapılmaktadır. Son olarak toplama kamplarında
tutulan kadın ve erkeklerin ayrı tutulması ve toplu tecavüzler de suçun maddi
unsurları arasındadır.
Kamplarda asimilasyona tabi tutulan
çocukların, en soğuk ay olan Aralık ayında, çok ince bir şekilde giydirilerek
üşümelerinin sağlanması, çok uzun süreler içerisinde çocukların ve
elbiselerinin yıkanmaması ve bu fiillerin kamptaki bütün çocuklara yapılması
soykırım suçunun oluşumunda yeterlidir. Kamplarda 20 kişilik hücreye 40 kişinin
konulması, uygun bir tuvaletin bulunmaması, havalandırmanın bulunmaması; banyo
hakkının ayda 1 kez, sabunsuz, soğuk suyla ve sadece 2 dakikayla
sınırlandırılması, 15 ay boyunca aynı kıyafetlerin giydirilmesi ve güneşi
görmemesi, yemeklerin (kurumuş 1 ekmek, çorba ve su) yeterli kaloriyi
içermemesi sebebiyle 20 kilo vermesi ve tüm bunların sonucunda vücudunda
yaraların çıkması da soykırım suçunun bu hüküm kapsamında oluştuğunu
göstermektedir.
Toplama kamplarında ebeveynlere,
çocukların nakledildiği siyasi kamplarda çocuklara ve ayrıca ev baskınlarında
Müslüman Türk ailelere yapılan zulüm, işkence ve toplu tecavüzler; sorgu
esnasında yapılan işkenceler, kadınların taciz ve tecavüze uğraması; hapishanede
bayılan bir Müslüman Türk’e yardım etmenin bedelinin 1 hafta boyunca tek
kişilik hücrede işkence olması; günde 17 saat duvara dönük oturtma, işkence
edilenlerin her gün çığlıklarını duyma vb. fiiller, Doğu Türkistan’da bugün
itibariyle de işlenen fiillerdir. Bunların dışında polislerin dövmesi, karanlık
odada eller kelepçeli 24 saat bekletilmesi, yazın en sıcak zamanlarında sadece
iç çamaşırlarıyla kızgın taşlara oturtulması, kışın en soğuk zamanlarında
sadece iç çamaşırıyla buzun üzerinde bekletilmesi, dizin hizasında veya biraz
daha yukarısında suyla doldurulmuş bir yerde bekletilme, saatlerce sorguya
almadan bekletme, aylarca mahkemeye çıkarmama, hapishane dışında hiç kimseyle
iletişime geçirilmeme gibi fiillerde halen keyfi olarak hapishaneye atılan Müslüman
Türklere uygulanmaktadır.
Siyasi kamplara götürülen bazı
çocukların tamamen kaybolması (öldürülmesi) veya yapılan uygulamalarla
çocukları intihara yönlendirme; ebeveynlerin bulunduğu kamplarda ve
hapishanelerde öldürme, yapılan işkencelere dayanamayan insanların ölmesi veya
intihara yönlendirme; kota fazlası çocukların öldürülmesi; soğukta veya sıcakta
bekleterek öldürme; yeterli kaloride yiyecek verilmemesi sonucu yavaş yavaş
öldürme gibi fiiller halen Müslüman Türklere uygulanan fiiller arasındadır.
Yukarıda anlatılanların özeti sayılabilecek bu fiillerin dışında; Barın, Hoten,
Gulca, Urumçi ve Yarkent katliamları ve bu katliamlardan sağ kalanlarında
hapishanelerde öldürülmesi de bu kapsamdadır.
Ebeveynlerin ve çocukların türlü
yollarla öldürülmesi veya ölüme giden yolun açılması ve intihara
yönlendirilmesi, Roma Statüsü’nün 6/a; özellikle hapishanelerde ve kamplarda
ebeveynlere yönelik işkence, eziyet, insanlık dışı ve muamele, taciz, tecavüz, toplu
tecavüz, sakat bırakma ve tehdit gibi fiiller, Roma Statüsü’nün 6/b;
Ebeveynlerin ve çocukların gıda, tıbbi bakım ve sistematik olarak evlerinin
basılması ve sonrasında evlerinden alınmaları, soğukta bekletilmeleri ve en
soğuk günlerde ince elbiseler giydirilmesi, Roma Statüsü’nün 6/c;
kısırlaştırma, zorunlu doğum kontrolü ve kadın ve erkeklerin birbirlerinden
ayrı tutulmaları, Roma Statüsü’nün 6/d ve çocukların kendi kimliklerini
unutturmak için siyasi kamplara zorla götürülmeleri, Roma Statüsü’nün 6/e
maddesiyle ve uluslararası ceza mahkemelerinin verdikleri kararlarla uyum
içindedir.
SONUÇ
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Doğu Türkistanlı
Müslüman Türklere uyguladığı fiiller sistematik olarak anlatıldığından ayrıca
genel kastın varlığından bahsedilmesine gerek yoktur. Anlatılma sırası ve
uygulanan fiiller, kastın olduğu konusunda şüphe götürmemektedir. Yine de
irdelemek gerekirse ebeveynlere ve çocuklara yapılan fiillerin, sistematik,
yaygın ve zalimce yapılması kastın varlığını göstermektedir. Bunun dışında bu
fiilleri uygulayanlar yargılandığında, eğer soykırım yapıldığına dair ikrarda
bulunursa kastın ispatlanmasına da gerek yoktur. Nitekim daha yargılama
yapılmadan çocukların zorla götürüldüğü siyasi kamplarda gönüllü olan
öğretmenlerin anlattıkları da kastın varlığını açık şekilde ortaya koymaktadır.
Özel kastın ispatı için fiillerin uygulandığı kimselerin grubuna bakmak yeterli
olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti yetkilileri, yukarıda anlatılan fiilleri, Doğu
Türkistanlı Müslüman Türklere karşı uygulamaktadır. Bu bakımdan yargılama
yapılırsa din, ırk veya etnik kökene yönelik bu fiiller, özel kastın varlığını
da ortaya koymaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti yetkililerinin
işlediği fiillerin; Sözleşme, Roma Statüsü ve uluslararası ceza mahkemelerinin
verdikleri kararlara uygun düştüğü görülmektedir. Bu durumda Çin Halk
Cumhuriyeti yetkilileri ve sivillerinin, bireysel sorumluluk kapsamında hem
‘soykırım’ hem de ‘insanlığa karşı suçlar’dan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde;
devlet olarak Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanması gerekir. Bu konudaki
hukuki sorumluluk, bireysel uluslararası ceza bakımından, Uluslararası Ceza
Mahkemesi’nin re’sen soruşturma açma yetkisi olan savcısına, Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’ne ve Roma Statüsü’nün 14. maddesi gereğince diğer
devletlere; tüzel kişilik bakımından ise Uluslararası Adalet Divanı’na ve
dolayısıyla diğer devletlere ve özellikle Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri’ne aittir.
Dünya’nın gözü önünde (ve halen)
işlenen bu soykırımın durdurulması için hukuki sorumluluğun dışında insani
olarakta bireysel vazifelerimiz olmalıdır. Bunun için Doğu Türkistan’daki
Müslüman Türklere yönelik soykırım bitene kadar dijital dünyada bu konu bir
şekilde canlı tutulmalıdır. Özellikle sosyal medya, akademik yayınlar ve hukuk
çerçevesinde mitingler aracılığıyla devlet başkanlarının bu konuya yönelmeleri
sağlanmalıdır. Kamuoyu baskısıyla devlet başkanlarının Birleşmiş Milletler
nezdinde bu konuyu dile getirmelerini sağlayacak diğer iletişim araçlarıda
muhakkak kullanılmalıdır.
Milyonlarca Müslüman Türkün
katledilmesinden; taciz ve tecavüze uğramasından; sakatlanmasından; kimliksiz
bırakılmasından ve psikolojik olarak son derece yıpranmasından sonra Çinli
yetkililerin ve sivillerin yargılanması adaleti sağlamayacak ve uluslararası
hukuka olan güvenin kaybolmasına yol açacaktır.
Soykırım fiilini işleyenlerin hiç
yargılanmaması durumundaysa başta soykırıma uğrayan Müslüman Türkler olmak
üzere bu konuda hassasiyet gösteren tüm insanlarda, hukuka bakış açısı tamamen
değişecektir. Bu durumda batı dünyasının hukuktan, demokrasiden ve insan
haklarından bahsetmesi de anlamsız kalacaktır. Çünkü insanlar, yaşadıklarıyla
hukukun değil güçlünün üstün olduğunu düşünmeye başlayacaklardır. Nitekim bugün
Doğu Türkistan, Filistin, Batı Trakya, Suriye, Filistin ve Arakan’da yaşananlar
da bunu göstermektedir.
Toplam Okunma Sayısı : 1590