
KAYIP TÜRKLER
Refik Halid Karay’ın “Eskici” adlı hikâyesi, harika bir hikayedir. Anlamak ve ağlamak için.. Hikâyede Filistin’de yaşayan yaşlı bir eskici ile oradaki akrabalarının yanına gönderilen kimsesiz bir çocuğun karşılaşması ve yıllar sonra Türkçe konuşabilecek birini bulmanın heyecanını anlatır Gurbet ellerde kendi dilini duymanın verdiği sevinç ve hüzün, onların yüreğinde memleket hasretini derinleştirir. “Eskici” hikâyesindeki bu duygusal karşılaşma, aslında Kayıp Türklerin hikayesidir. Bu makalede, tarih boyunca Anadolu dışına yerleşmiş ancak zamanla dilini ve kültürel kimliğini büyük ölçüde kaybetmiş Türk asıllı toplulukların izini süreceğiz. Tolunoğulları’ndan Memlükler’e, Selçuklular’dan Osmanlı’ya uzanan süreçte farklı coğrafyalara dağılan bu “yitik çocuklar”ın öykülerini, hem tarihsel bilgiler hem de belgesel tadında ele alacağız. Elde kalan mektuplardan yerel efsanelere, belgesel kayıtlarından akademik kaynaklara uzanarak, kaybolmaya yüz tutmuş Türk kimliklerinin izlerini sürecek ve bu toplulukların nostalji yüklü hikâyelerini gözler önüne sereceğiz.
Tarihsel Arka Plan: Anadolu Dışındaki Türkler
Türk halkları, yüzyıllar boyunca dalgalar halinde Anadolu’dan ya da Anadolu’ya gelmeden önceki yurtlarından çıkarak Ortadoğu, Afrika ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleşmiştir. 9. yüzyılda Mısır’da kurulan Tolunoğulları buna ilk örneklerdendir; Tolunoğlu Ahmed tarafından kurulan bu hanedan, Mısır’da hüküm süren ilk Türk-İslâm devletiydi. Onu takip eden İhşîdîler ve Memlûk Sultanlığı dönemlerinde de Türk asıllı askerler ve yöneticiler Mısır ve Suriye’ye kök salmıştır. Günümüz “Mısır Türkleri”, Tolunoğulları (868-905), İhşîdîler (935-969), Memlûklar (1250-1517) ve nihayetinde Osmanlı (1517-1914) idaresi altında bölgeye gelen Türk yerleşimcilerin torunlarıdır. Aynı şekilde, 11-12. yüzyıllarda Selçuklu ve Eyyûbî nüfuzu altında da Levant coğrafyasına Türkmen boyları iskan edilmiştir. Nureddin Zengi döneminde ve ardından Selahaddin Eyyûbî’nin Haçlılarla mücadelesi sırasında binlerce Türk, Kudüs’ün fethi için Filistin’e göç etmiş; Memlük idaresi ve Osmanlı döneminde de bu Türk göçleri devam etmiştir. Bu hareketlilik, Türk topluluklarının Anadolu dışında da kalıcı varlıklar bırakmasına yol açtı.
Osmanlı Devleti döneminde, imparatorluğun dört bir yanına yayılan idari ve askerî sistem, Anadolu kökenli Osmanlı tebaasının başka diyarlarda yuva kurmasına zemin hazırladı. Devlet adamlarının veya askerlerin Bağdat’tan Halep’e, Kudüs’ten Hicaz’a tayin olabildiği o dönemde, Anadolu’dan çıkan bir Türk ailesi kendini Şam’da, Kahire’de veya Trablusgarp’ta bulabiliyordu. Osmanlı idaresinin sağladığı nispeten kozmopolit ortam, farklı bölgeler arasında görece serbest dolaşıma imkan veriyordu. Bunun sonucunda, Anadolu’dan giden bir tüccar Kahire’de kalıcı olurken, bir Yeniçeri Trablusgarp’ta evlenip çoluk çocuğa karışabiliyordu. 1551 yılında Trablusgarp (Bugün Libya’nın Trablus kenti), Kaptan-ı Derya Sinan Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katıldı ve tam 361 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Bu uzun süre boyunca sadece Trablusgarp’ta değil, Osmanlı yönetimindeki pek çok Ortadoğu ve Kuzey Afrika şehrinde hatırı sayılır Türk nüfusu oluştu. Ancak imparatorluğun zayıflaması ve özellikle 20. yüzyıl başındaki çalkantılarla, bu topluluklar anavatandan kopuk bir biçimde kaderlerine terk edildi. Kimileri Türkiye’ye dönecek fırsatı bulamazken, bulundukları coğrafyalarda yavaş yavaş çevre kültürlere karıştılar. Bir zamanlar Osmanlı’nın korunaklı gölgesinde Türkçe konuşulan bu uzak diyarlar, imparatorluk sonrasında kayıp Türklerin sessiz hatıralarını barındırmaya başladı.
Aşağıda özellikle Filistin, Ürdün ve Libya örneklerinde, bu Türk topluluklarının tarihini ve kimlik erozyonunu ele alacağız. Bu bölgelerdeki Türk varlığı, zamanla Araplaşma veya diğer kültürlere karışma süreçleriyle büyük ölçüde silikleşmiş olsa da, geride kalan izler ve hikâyeler bugün hâlâ yaşayan birer tarihî emanet hükmündedir.
Filistin: Anadolu’nun Yitik Evlatları
Osmanlı öncesinden başlayarak Filistin toprakları, çeşitli Türk unsurların yerleşim sahası olmuştur. Selçuklu atabeylerinden Nureddin Zengi’nin teşvikiyle gelen Türkmenler ve Selahaddin Eyyûbî ile Kudüs’ü Haçlılardan geri almaya katılan Oğuz boyları, 12. yüzyılda bölgenin demografisine Türk unsurlar ekledi. Memlükler döneminde de bazı Türk kumandanlar ve asker aileleri Filistin’de kaldı. Osmanlı idaresi (1517-1917) boyunca ise Anadolu’dan ve diğer Osmanlı eyaletlerinden gelen sivil ve askerî görevliler, tüccarlar ve aileler Filistin’e yerleşerek kök saldılar. Örneğin, Cezayir’in 1830’da Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra Osmanlı, bölgedeki Cezayirli Türklerin bir kısmını Anadolu’ya nakletmiş, ancak bir kısmı da Filistin, Suriye ve Hicaz gibi diğer Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Bu göçmenler arasında, Kuzey Afrika’dan gelen leventlerin torunları da bulunmaktaydı.
20.yüzyılın başlarına gelindiğinde Filistin’de hatırı sayılır bir Türk kökenli nüfus mevcuttu. 1917’de Osmanlı idaresi son bulduğunda, Filistin’de kalan Türkler yeni Britanya Mandası idaresi altında belirsiz bir geleceğe adım attı. 1930’lar ve 40’larda, özellikle Kıbrıs’taki ekonomik buhran nedeniyle bazı Kıbrıs Türkü ailelerin kızlarını daha iyi bir hayat ümidiyle Filistin’deki Araplarla evlendirdikleri de biliniyor. Bu tür evlilikler, Türk kökenli toplulukların yerel Arap toplumuyla daha da kaynaşmasına yol açtı. Nitekim Filistin’de pek çok Türk asıllı aile artık Arapça konuşur hale geldi; Türkçe ancak aile büyüklerinin hatıralarında veya birkaç kelimede saklı kaldı. 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında Filistin’deki istikrarsızlık, Türk kökenli birçok ailenin de bölgeden ayrılmasına sebep oldu. Bu ailelerin bir kısmı Ürdün, Suriye ve Lübnan’a sığınarak ikinci bir göç dalgası yaşadı. Böylece Filistin’de yüzyıllardır süregelen Türk varlığı iyice seyrelirken, geride kalanlar kimliklerini daha da sessizce yaşamaya başladı.
Bugün Filistin topraklarında kendisini “Türk” olarak tanımlayan az sayıda insan kalsa da, geçmişin izleri hala görülebilir. Örneğin Filistin’de bazı ailelerin soyadları hâlâ Türkçe kökenlidir ve genellikle “-ci” ekiyle biter; el-Batnici, el-Şurbaci gibi soyadları veya Türk, Terzi, Birkdar (Beyrikdâr) gibi lakaplar, Osmanlı mirasının bir işareti olarak anılmaktadır. Kudüs, Gazze ve Nablus gibi şehirlerde Türk veya Türkmen mahalleleri olduğuna dair kayıtlar tarihe geçmiştir. Ancak günümüzde bu aileler dil ve kültür bakımından büyük ölçüde Arap toplumuna entegre olmuş durumdadır. Filistinli Türkler veya Filistin Türkmenleri için 1980’ler itibariyle yapılan bir tahmin, bölgede 400-500 bin kadar Türk soyundan gelen kişi olabileceğini öne sürmüştür. Bu rakam, artık tamamen Arapça konuşan ve Filistin toplumunun parçası haline gelmiş geniş bir kitleyi tanımlar. Araplaşma süreci, Filistin’deki Türk varlığını görünmez kılsa da, aile büyüklerinin dilinde kalan birkaç Türkçe ninni, eski Osmanlı pasaportları ya da Türkiye’deki akrabaların mektupları gibi hatıralar nesilden nesile aktarılmaktadır. Bir zamanlar Kudüs’te, Yafa’da Türkçe dualar eden, bayramlarda Anadolu’dan gelen mektupları gözyaşlarıyla okuyan insanların hikâyeleri, “Anadolu’nun Yitik Çocukları” arasında Filistin’de de yaşamaktadır.
Ürdün: Egeli Yörüklerin Hüzünlü Hikâyesi
Ortadoğu’daki kayıp Türklerin en dokunaklı öykülerinden biri, Ürdün’ün pınar kenarlarında saklıdır. 19. yüzyıl sonlarında Sultan II. Abdülhamid devrinde, Aydın yöresinden bir Yörük kafilesi uzun bir yolculuğa çıkar. Kıl çadırlı obalarını, koyun sürülerini ve develerini yanlarına alarak güneye doğru yol alan bu Yörük grubu, adım adım Torosları ve çölleri aşar. Yörüklük yürümedir – masmavi bir gökyüzü altında, sabahtan akşama konar göçer ilerlemektir onların şanı. Ancak bu sefer biraz fazla yol alırlar ki, sonunda töresini bilmedikleri yabancı bir memlekette bulurlar kendilerini. Bu sıra dışı yolculuk, Osmanlı’nın farklı köşelerine iskan politikasıyla gönderilen topluluklarından biri olabilir. Nihayetinde, Ürdün’de Amman civarındaki Rummân adlı yemyeşil bir vadiye yerleşirler. Osmanlı idaresi, Aydın’dan kalkıp gelen bu Karatekeli (Karakeçili) Yörüklerini sıcak karşılamış ve onlara “nerede isterseniz yerleşin” diyerek kol kanat germiştir. Su kenarındaki bu verimli topraklar, Yörüklerin yeni yurdu olur. Rummân köyü, Osmanlı sancağının emin gölgesinde adeta bir Anadolu köyü gibi yarı asır boyunca huzurla yaşamış, Yörük obalarının ocakları burada tüter olmuştur.
Ne var ki, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti Ürdün ve Filistin’den çekilmek zorunda kalınca, bu Yörüklerin kaderi dramatik bir hâl alır. 1917-18 yıllarında Osmanlı askerinin bölgeden ayrıldığını duyan Rummân Yörükleri, büyük bir telaşa kapılır. Dedelerinin anlattığına göre, Osmanlı askeri çekilirken Yörük aileleri apar topar çadırlarını söküp deve kervanlarına yükler ve askerin peşine düşerler. Yıllardır öz vatanlarından uzakta yaşamış bu insanlar, Osmanlı’nın gidişiyle kendilerini yapayalnız ve korumasız hissederler. Kafileler halinde kuzeye, Şam yönüne doğru yola çıkan bu Türk muhacirler, yol boyunca büyük zorluklar çeker. Rivayet odur ki Osmanlı kumandanları, karşılaştıkları bu göç kafilelerine geri dönmelerini öğütlemiştir; belki de yolda düşman saldırısına uğramalarından veya yolda perişan olmalarından endişe etmişlerdir. Neticede bu Yörük kafilesinin Şam’a kadar gidip gitmediği, oradan geri dönüp dönmediği bugün tam bilinmez. Bildiğimiz, bu dramatik göç girişiminin aileleri paramparça ettiği gerçeğidir. Kafileden ayrılıp Anadolu’ya ulaşanlar olduğu gibi, Ürdün’de kalanlar da olmuştur. Nitekim bazı Yörük aileleri daha sonra, 1936’da ve 1950’de tekrar Anadolu yollarına düşerek Türkiye’ye göç etmiştir. Fakat herkes gidememiş; geride kalanlar Ürdün’de kalmaya devam etmişlerdir.
Bu ayrılık, Yörük aileleri için derin yaralar açar. Birbirini bir daha hiç göremeden ömür tüketen kardeşler, evlatlar, anne babalar bu hikâyenin en hazin tarafıdır. Ürdün’de kalanların gözlerinde, halen bir mahzuniyet ve yalnızlık hissi okunur. Rummân’da yaşayan Fatma Türk Hanım’ın anlattıkları, yaşanan acının kuşaklar boyu unutulmadığını gösteriyor. Fatma Hanım’ın annesi, o büyük göç kafilesine katılanlar arasındadır ve kardeşi (Fatma’nın teyzesi) o hengamede Türkiye’ye gittikten sonra orada vefat eder. Fatma Hanım, “Teyzem orada öldü… Koca annem, koca babam, dayım, halam, hepsi Türkiye’de öldü” derken, sesi titreyen bir tarihî tanık gibidir. Bu nedenle Ürdün’de kalan Türk kökenlilerin gözlerinde hep bir mahrumiyet ve gurbet duygusu var olduğunu dile getirir. Gerçekten de, kendini hâlâ “muhacir” yani göçmen olarak tanımlayan bu insanlar için muhacirlik gururla taşınan bir unvan gibidir. Zira ataları dinlerini ve dillerini korumak uğruna türlü meşakkate razı olmuş, gurbeti göze almışlardır.
Günümüzde Ürdün’de bu Yörüklerin torunları Arapça konuşmakta, Ürdün toplumunun bir parçası olarak yaşamaktadır. Pek çoğu için Türkçe artık sadece büyüklerin bildiği birkaç kelime veya takma addan ibaret. Örneğin, Ürdün’de bu cemaate mensup ailelerden bazılarının lakabı “Türk” olarak kalmıştır (Fatma Hanım’a çevresinde “Türk Fatma” denmesi gibi). Ürdün’deki Egeli Yörüklerin hikâyesi, bir yönüyle Araplaşma sürecine uğrayarak kimlik değişimini de içerir; fakat aynı zamanda yüreklerinde taşıdıkları Anadolu hasretiyle kültürel belleğin tamamen silinmediğini gösterir. Bu insanlar, bir asırdan fazla zamandır Ürdün toprağında yaşasalar da, rüyalarında hâlâ Anadolu’yu gördüklerini söylemek abartı olmaz.
Libya: Trablusgarp’ta Osmanlı’nın Mirası
Kuzey Afrika’nın Akdeniz’e açılan kapısı Libya, Osmanlı döneminde hatırı sayılır bir Türk nüfusuna ev sahipliği yapmış ve imparatorluk yıkıldıktan sonra bu Türk kökenli insanlar orada unutulup kalmıştır. Özellikle Trablusgarp (bugünkü Trablus) ve Bingazi çevresinde, Osmanlı idaresi süresince Anadolu’dan giden yöneticiler, askerler ve tüccarlar yerleşmiş, yerli halkla kaynaşmıştır. Trablusgarp vilayeti, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin en batıdaki Afrika toprağıydı. Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis gibi denizciler döneminde Anadolu’dan getirilen leventler, yeni fethedilen bu topraklarda görev yapmaya başladı. Zamanla bu leventlerin ve diğer Osmanlı görevlilerinin çocukları Kuloğlu adı verilen melez bir toplum oluşturdu; baba tarafından Türk, anne tarafından yerli (Arap-Berberi) kökenli olan bu Kuloğulları, Osmanlı mirasının Libya’da sürekliliğini sağladı. Trablus sokaklarında gezerken hissedilen o tarif edilemez aşinalık hissi, aslında geçmişin bir yansımasıdır. Yeşil Meydan’da dolaşırken veya eski Türk Çarşısı (El-Muşir Çarşısı) civarında gezerken insan fark eder ki, Trablus vefalı bir akrabadır.
Libya’nın 1911-12 İtalyan işgaline uğraması ve ardından Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle, oradaki Türk asıllı halk zor bir döneme girdi. Kimisi Anadolu’ya döndü, fakat önemli bir kısmı Trablus, Misrata ve Bingazi gibi şehirlerde kaldı. 20. yüzyıl ortalarında Libya bağımsızlığını kazandığında, Trablus’taki köklü ailelerin bir bölümünün soyunda Osmanlı Türkleri olduğu ortaya çıkıyordu. Bu aileler, nesiller boyu ellerindeki Osmanlı pasaportlarını, fermanları ve Anadolu’daki akrabalardan kalan mektupları özenle saklamışlardı Ancak İtalyan sömürge döneminde posta ve iletişim kısıtlanınca, Türkiye’deki akrabalarla irtibat kopmuş, hasret dolu bekleyiş başlamıştı. Libya bağımsız olduktan sonra gazetelerde kayıp akraba ilanlarının boy göstermesi, yarım asırdır birbirini göremeyen Türk ailelerin bağlantı kurma çabasını yansıtır. Günümüzde dahi Trablus’ta Türkçe soyadlar taşıyan, evlerinde Türk geleneklerini yaşatan aileler bulmak mümkündür. Mesela Kara Osman ailesi, Bektaş ailesi gibi isimler, Libya toplumunda saygın yer edinmiş Türk kökenli ailelerdendir. Bu insanların torunları belki artık Türkçe konuşmuyor, ancak mutfaklarında halen “börek” yapıyor, çocuklarına binbir emekle korudukları Osmanlı’dan kalma hatıraları anlatıyorlar.
Libya’daki Türk mirasının bir başka halkası da Giritli Türklerdir. Osmanlı’nın Girit Adası’ndaki varlığı sona ererken (1897 sonrası), adadaki Müslüman Türk nüfus büyük acılar yaşadı. 1920’lere gelindiğinde binlerce Girit Türkü adayı terk etmek zorunda kaldı; kimileri Anadolu kıyılarına, kimileri Suriye ve Lübnan’a, kimileri de Libya’ya sığındı. Trablus kentinde fakir mahallelerdeki pek çok evin sakini, işte bu Girit’ten kopup gelmiş muhacirlerdi. Onlar yanlarında sadece birkaç eşya ve büyük bir hüzün getirmişlerdi. Aradan yüz yıl geçmesine rağmen Lübnan Trablusu’nda ve Libya Trablusu’nda hâlâ Girit türkülerini bilen, anne babalarından duyduğu göç hikâyelerini gözyaşlarıyla anlatan insanlar vardır. Giritli Türkler kendilerine “muhacir” demekten onur duyarlar; zira vatandan koparken dinlerini ve dillerini koruyabilmek adına büyük bedeller ödemişlerdir. Ne var ki Libya’da geçen on yıllar içinde bu topluluklar da Arap toplumuna entegre olmuş, pek azı Türkçe’yi günlük dil olarak kullanır hale gelmiştir. Yine de Trablus’un bazı sokaklarında, yaşlı nesilden “Merhaba” diyen veya Türkçe birkaç kelime bilen birine rastlamak mümkündür. Bu, tarihin derinliklerinden kalan bir selam gibidir.
Libyalı Türkler, Osmanlı mirasının sessiz bekçileridir. Onların dedeleri, Trablusgarp’ı İtalyanlara karşı savunmak için yılmaz bir mücadele vermişti. Bugün bizler için belki sadece tarih kitaplarında kalmış bir savaş olan Trablusgarp Savunması, bu ailelerin aile büyüklerinin hatıralarında canlıdır. Türkiye ile Libya arasındaki kültürel bağların temelinde de bu ortak tarih yatar. Osmanlı torunu Libyalılar, Türkiye’yi hiçbir zaman bir “yabancı ülke” olarak görmemiş, hep gönüllerinde ikinci vatan olarak taşımışlardır. Aradan geçen onca zamana rağmen, Türkiye’den Libya’ya giden birini sıcak bir akraba gibi karşılamaları belki bundandır. İki ülkenin halkları adeta bir yumak gibi birbirine karışmıştır; bu yumağı çözmek ve büyük resmi görmek ise kolay değildir, zira ayrım çizgileri zamanla silinmiştir. Özetle, Libya’daki kayıp Türkler de aynen Filistin ve Ürdün’dekiler gibi, tarihin bir cilvesi sonucu kimliklerini sessizce yitirme noktasına gelmiş, fakat gönüllerinin bir köşesinde Anadolu’ya ait olduklarını hissetmeye devam etmişlerdir.
Kimlik Erozyonu: Araplaşma ve Kürtleşme
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da varlık gösteren Türk topluluklarının ortak kaderi, zaman içinde bulundukları çoğunluk toplum içinde erimek olmuştur. Araplaşma, özellikle Filistin, Suriye, Ürdün, Mısır ve Libya gibi Arap nüfusun yoğun olduğu bölgelerde yaşayan Türklerin başına gelen doğal bir süreçtir. Bu topluluklar çoğu kez sayıca azınlıkta kaldıkları için, birkaç nesil sonra günlük dil olarak Arapçayı kullanmaya, gelenek göreneklerini kısmen terk etmeye başlamışlardır. Örneğin Filistin’de Osmanlı bakiyesi bir aile, torunlar dönemine gelindiğinde artık tamamen Arap kültürünün parçası haline gelmiştir. Dillerini unutmuş olsalar da, bazen aile büyüklerinden miras kalan bir mutfak kültürü öğesi (Türk kahvesi, baklava yapımı gibi) veya bir aile efsanesi onların farklı bir geçmişten geldiğini hatırlatır. Araplaşma süreci, bir yandan kimlik kaybı olarak görülebilir; ancak öte yandan da bu topluluklar yeni vatanlarının asli unsuru haline gelmiş, o toplumları zenginleştirmişlerdir. Mısır’daki Türk kökenli nüfus, zamanla Arap milliyeti içinde erimiş olsa da, Mısır tarihine yön veren Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi figürler veya Kahire’nin kültür hayatına katkı sunan aileler şeklinde iz bırakmışlardır. Keza, Suriye’deki Türk asıllılar da Arap toplumu içinde kimi zaman “Türk” lakabı ile anılan fakat dil olarak Arapça konuşan bir kesim olarak varlığını sürdürmüştür.
Benzer bir kimlik erozyonu olgusu, Anadolu’nun doğusunda ve Ortadoğu’nun bazı bölgelerinde Kürtleşme şeklinde tezahür etmiştir. Tarih boyunca bazı Oğuz/Türkmen aşiretleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt aşiretlerle iç içe yaşamış, neticede dil ve kültür değişimine uğramıştır. Özellikle dağlık bölgelerde göçebe hayat süren ve çevrelerindeki baskın dil Kürtçe olan Türk boyları, birkaç nesil içinde Kürtçe konuşmaya başlayarak Kürt kimliğine intibak etmişlerdir. Örneğin Osmanlı kayıtlarında Türkmen olarak geçen bazı aşiretlerin torunları, günümüzde kendilerini Kürt olarak tanımlamaktadır. Bu olgu, sosyolojik olarak dil ve kültür aktarımının coğrafya ve siyasi şartlara bağlı dinamikliğini gösterir. Karakeçili gibi bazı ünlü Yörük boylarının bir kısmı Orta Anadolu’da Türklüğünü korumuşken, bir kısmı Güneydoğu’da Kürt aşiretleri arasına karışarak zamanla Kürtleşmiştir. 19. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın iskan politikalarıyla Diyarbakır, Mardin civarına yerleştirilen kimi Avşar ve Barak Türkmenleri, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde büyük ölçüde Kürtçe konuşur hale gelmiş, kültürel olarak Kürt çoğunluğa uyum sağlamıştır. Bu tip örnekler, etnik kimliğin sabit olmayıp çevreyle etkileşim içinde değişebildiğini göstermektedir. Kürtleşen Türk toplulukları olgusunu anlamak için, bu grupların genellikle Sünni ya da Alevi inanç ortak paydasında Kürt komşularıyla yakın ilişkiler kurduklarını, evlenmeleri ve müttefiklik ilişkileriyle zamanla asimilasyona uğradıklarını not etmek gerekir. Her ne kadar bu topluluklar Türk kimliğini büyük oranda yitirmiş olsalar da, folklorlarında veya bazı aşiret adlarında eski kökenlerine dair ipuçları yaşar. Örneğin, kökeni bir Oğuz boyu adına dayanan ancak bugün Kürtçe konuşan bir aşiretin efsanelerinde Oğuz atalarına göndermeler bulunabilir.
Araplaşma ve Kürtleşme, Anadolu dışında yaşamış veya Anadolu’nun kenar bölgelerinde kalmış Türk gruplarının “kayıp” addedilmesine yol açan iki temel süreçtir. Bu süreçlerin sonucunda ortaya çıkan topluluklar kendilerini artık Türk olarak tanımlamasalar bile, onların hikâyeleri Türk tarihinin ve diasporasının önemli bir parçasıdır. Bir zamanlar Türkçe konuşan, Türk kültürüyle yoğrulan bu insanlar, şimdi farklı dillerde farklı isimlerle hayatlarını sürdürüyorlar. Onların hikâyelerini aydınlatmak, kayıp halkaları tekrar hatırlamak demektir. Bu nedenle, Araplaşan veya Kürtleşen Türk toplulukları üzerine yapılan araştırmalar, sadece akademik bir merak konusu değil, aynı zamanda geçmişe dair bir hatırlama ve vefa borcudur.
Sonuç
Tarih boyunca farklı diyarlara savrulan Türkler, bazen yeni vatanlarına tamamen entegre olup dillerini unuttular, bazen de kuşaklar boyunca “biz Türküz/Türkmeniz” diyerek aidiyet duygusunu korudular. Aradan asırlar geçse de, gurbet elde bir Türkçe kelime duyduklarında yürekleri titreyen insanlar bulmak mümkündür. Dünyanın dört bir yanına dağılsalar da kendilerini bugün bile Türk olarak tanımlayan ve hâlâ gurbette sayan bu yitik çocukların ortak noktası, içlerindeki memleket özleminin sönmemiş olmasıdır. “Kayıp Türkler” dediğimiz bu olgu, yalnızca Türk tarihine özgü de değildir; dünyanın pek çok milleti benzer diaspora hikâyeleri yaşamıştır. Ancak bizim tarihimizde gurbet ve sıla hasreti önemli bir yer tutar.
Bugün Filistin’in bir köyünde, Ürdün’ün bir dağ yamacında veya Trablus’un arka sokaklarında belki Türkçe konuşan kimse kalmamış olabilir. Fakat bir zamanlar orada Türküler söyleyen, yağlı güreş tutan ya da fincanda kahve pişiren ninelerin dedelerin ruhu yaşamaya devam ediyor. Bu insanların torunları, belki farklı adlar altında, farklı dilleri ana dil bellemiş olarak hayatlarını sürdürüyorlar; ama büyüklerinin Anadolu’ya dair anlattığı hikâyeler hala kulaklarında. Belgesel anlatıları ve akademik çalışmalar bir araya gelerek bu unutulmuş hikâyeleri gün ışığına çıkardıkça, Kayıp Türkler yeniden hatırlanmaya başlanıyor. Bu makalede değindiğimiz Filistin, Ürdün ve Libya’daki örnekler, aslında çok daha geniş bir tablonun parçaları. Balkanlardan Habeş diyarına uzanan coğrafyada benzer hikâyeler mevcut: Girit’ten Lübnan’a, Sudan’dan Makedonya’ya kadar Anadolu’dan gidenlerin izleri sürüldüğünde, hep aynı temaya rastlıyoruz – gurbet, hasret ve kimlik arayışı.
Bu hikâyeler, bizlere hem tarihî sorumluluklarımızı hatırlatmakta hem de kültürel mirasın değerini göstermektedir. Unutulmaya yüz tutmuş bu insanlara dair farkındalık yaratmak, onların sesini yeniden duyurmak, geçmiş ile bugün arasında kurulan bir köprü gibidir. Tıpkı Karay’ın eskicisiyle küçük çocuğunun yakaladığı o köprü gibi, biz de bu makale vesilesiyle Anadolu ile onun yitik evlatları arasında bir gönül köprüsü kurmaya çalıştık. Uzak diyarlarda yankılanan bir Türkçe nidanın aslında hepimize ait olduğunu unutmamak dileğiyle...
Toplam Okunma Sayısı : 650