
ORTADOĞU'DA VAZGEÇİLMEZ MÜTTEFİK OLUR MU ?
Ortadoğu'nun batılı büyük devletler açısından ifade ettiği önem ve değere dair çok geniş bir tartışma yapılabilir. Bu konuyu ele alırken yapılabilecek en büyük hata, herkes için genel geçer standart bir ilişki olduğunu varsaymaktır. Oysa hem batılı devletlerin kendi iç dinamiklerindeki farklılıklar ve değişim, hem de Ortadoğu'daki partnerlerin pozisyonu, sabit bir standart üzerinden tartışma yapmaya imkan vermez.
Örneğin Yahudilerin Amerika için ifade ettiği anlam, Amerika'da yaşayan her etnik grup için, inanç grubu için, siyasi partiler için, hatta medya, sermaye ve bürokrasi için farklı anlamlar içerir. Bazıları için konu daha ideolojik hatta inançsal, bazıları için sadece dönemsel çıkar örtüşmesinden ibaret olabilir. Amerikan siyasetinde açık lobi mekanizması dolayısıyla Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların gücü ile ilgili ayrıntılı bir tartışma yapılabilir. Her biri için demokratlara dair söylenecek söz ile, cumhuriyetçilere dair yapılacak analiz de doğal olarak farklılık içerecektir.
Gelelim konunun doğudaki partnerlerine... Tarihsel arka planına baktığınızda, Yahudilere yönelik yaklaşımda, yüzyıllara yayılan farklı hatta birbirine zıt tutumlar görebilirsiniz. Haçlı seferlerinde, tıpkı Müslümanlara, Ortodoks Hristiyanlara yapıldığı gibi, Yahudilere de yağma ve talan uygulandığına dair çok sayıda somut örnek vardır. İsrail'in kuruluş sürecinde en büyük motivasyonlardan birisi, Hitler döneminde uygulanan vahşetin günahını çıkartma eğilimidir.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Kafkasya'nın ve özellikle Orta Doğu'nun önemi, en kritik enerji kaynağı olan petrol eksenlidir. Dolayısıyla bölge halklarına yaklaşımda, petrole dair beklenti her türlü inanç ve etnik ilişkinin üzerinde bir anlam ifade eder. Haritaların çizilmesinde, yönetimlerin belirlenmesinde, enerji kaynaklarının emin ellere teslimi, istikrar ve enerji nakil güvenliği belirleyici olmuştur.
20. yüzyılın başında Ortadoğu şekillenirken ortaya çıkan yönetim yapıları, sürdürülebilir olmadığı için, tarihsel ve sosyolojik bir gerçekliğe dayanmadığı için, kısa süre sonra darbeler süreci yaşanmıştır. İki kutuplu dünyada başta Baas partilerinin ortaya çıkışı ve üçüncü dünyacı yaklaşımlar olmak üzere, tepkisel refleksler, toplumsal destek bulmuştur. Yine iki kutuplu dünyanın tek kutuplaya dönüşümü, nasıl dengelerde farklılıklar ortaya çıkartmaya başlamışsa, çok kutuplu dünyaya geçişte de, başkaldırılar, isyanlar halkların kaderini belirleyen dinamik haline gelmiştir. Arap baharı ve sonrasında yaşanan iç savaşlar, ciddi değişiklikleri doğurmuştur. Eski sömürge ilişkileri altüst olmuş, vekalet ve vesayet savaşları ile yeni dengeler ya da kalıcı kaos iklimleri oluşmuştur. Böyle bir atmosferde, kimsenin yine kimse için vazgeçilmez olmadığını bilerek değerlendirme yapmak gerekir. Sadece herkesin farklı bir kıymeti olabileceği gibi, farklı vazgeçilmezlik eşikleri de olabilir.
Yahudiler için yapılacak bir analizin, Kürtler için de geçerli olacağını sanmak nasıl tarihsel arka plandan yoksunsa, Saddam için Kaddafi için yapılacak değerlendirmeyi de, İran için, Türkiye için yapmak doğru değildir. Hala içeriği yeterince netleşmemiş ve dolayısıyla hepimizin ancak spekülasyonlar üzerinden tartıştığı Büyük Orta Doğu projesi, herkes için farklı anlamlar içerebilir. Bölge üzerinde farklı güç odaklarının çatışması, kendisine alan açmak isteyen aktörler açısından elbette yeni fırsatlar sunar.
20. yüzyılın başında Osmanlı'nın dağılmasıyla şekillenen yapılanmada, Kürt nüfusunun bazı kısımları Irak ve Suriye devletleri yerine Türkiye'nin tarafında kalsaydı, yani misak-ı milli hedefine ulaşılsaydı, bugün bambaşka bir tabloyu konuşuyor olacaktık. Elbette 1920'li yılların gerçekleri ve zorluğunu dikkate alınarak konuyu değerlendirmeliyiz. Tarihi geriye götüremeyiz ve yüzyıl boyunca yaşananları görmezlikten gelerek yarınları şekillendiremeyiz. Ancak dünyanın yeniden kuruluş sürecinde, yeni bir yapılanmaya giderken, geçmişte yaşadıklarımızdan ders çıkartmayı bilmeliyiz.
Amerika, farklı devletlerin birleşmesiyle bir büyük devlet olmayı başarmış, Avrupa 70 yıl öncesine kadar birbirini boğazlarken, yeni bir birlik içerisinde serbest dolaşım, ortak para, ortak anayasa, ortak mahkeme ve ortak bakanlar kurulunu başarmışken, Ortadoğu için yeni bölünmeler mi bölge halklarına umut vesilesi olabilir, yoksa bir araya gelişler mi ? Cevaplamamız gereken en can yakıcı soru budur. Dolayısıyla Araplar, Farslar, Türkler ve Kürtler bu can yakıcı soruya verecekleri cevap doğrultusunda kaderlerini belirleyecektir. Küçük olsun benim olsun mantığı yerine, büyük olsun birlikte olsun anlayışı, hem göze alınması gereken bir risk, hem de ayakta kalmanın biricik yoludur.
Elbette gerçekçilikten uzak, hayali hegemonya hevesleri içerisine düşmeden, yeni bir ilişki biçiminin, zamana yayılacak bir süreç yönetimiyle ele alınması gerekir. Kültürel ilişkiler, ekonomik işbirlikleri zamanla daha ileri birlikteliklere de zemin oluşturacaktır. Özellikle 7 Ekim'de Gazze'de başlayan sürecin uzaması ve yayılması, Ortadoğu'da yeni gelişmeleri de hızlandırmıştır. Domino etkisinin Kürtler için ifade ettiği anlamı, salt fırsatçılık bağlamında ele almak, en başta Kürtler için tehlikeli maceraları ve acı bir sonu beraberinde getirebilir.
Kürtlerin de diğer tüm bölge halkları gibi, insanca onurluca, eşit ve özgür yaşamının biricik yolunu, geç kalmış ulus devlet inşasında görmek, hem yeni dünyayı görmezlikten gelmek, hem de yeni bir söz üretememektir. Herkesin devleti varken Kürtlerin neden olmasın mantığı, ahlaki ve felsefi olarak tartışılabilir olmakla birlikte, son derece arkaik ve nostaljik bir yaklaşımdır. Bugünün dünyasında, ulus devletler varlık yokluk mücadelesi verirken, küresel hegemonya karşısında nasıl bir değişim ile ayakta kalmanın mümkün olduğu masaya yatırılmışken, yüzyıl öncesine giderek, yarışa oradan başlamaya kalkmak, duygusallıkta kalmak, romantik siyasete takılmaktır. Siyasetin öznesini devletler olarak görüyorsanız, başka bir okuma yaparsınız, toplumları, halkları yani insanı merkeze koyuyorsanız, başka bir yaklaşım ortaya koyar, başka bir düşünce sistematiği kurarsınız. Önemli olan Kürtlerin güvenliği ve özgürlüğü ile birlikte refaha erişimi ise, bütün fotoğrafı birlikte okumak gerekir. İstanbul'da, Ege, Akdeniz sahillerinde, Çukurova'da yaşayan Kürtlerin güvenliğini yok sayarak, kağıt üzerinde kurgular yapıp, hamaseti siyaset sanmak, bağımsız devlet sloganları atmak, gerçeklikten de, etik değerlerden de uzak bir tercihtir. Kürtlerin tek partnerinin İsrail olduğu bir denklemde, Arap'ın, Fars'ın, Türk'ün öfkesini, İsrail'e ulaşmasa bile Kürtlere yönlendirecek bir oyun, elbette büyük bir tehlikeyi daha baştan bünyesinde barındıracaktır.
Halklar arasındaki barışın, devletler arasındaki ilişkiyi şekillendirebileceği bir dünyanın eşiğindeyiz. Geçen yüzyılda devletler arası hesaplaşmanın bedeline halkların kurban edildiği bir dönemi yaşadık. Kürtler, hem bölge devletlerinin hesaplaşmasında, hem küresel güçlerin kavgasında bugün itibariyle en dinamik unsurlardan birisidir. Bu imkanı kolay kurban konumuna itmek, siyasi basiret yoksunu bir yaklaşım olacaktır.
Kürtler bir yandan yaşadıkları toprakların barış köprüsü olabileceği gibi, yeni düşünsel açılımların, yeni insani çözümlerin de taşıyıcısı olabilirler. Kürtlerin iç farklılıkları, dilsel ve inançsal çeşitlilikleri, iç iktidar mücadelesinin zeminini oluşturmak yerine, bölgenin diğer kültürel zenginliklerinin korunmasında rol model olabilir. Osmanlı'nın son döneminde, başta Balkan halkları, sonra diğer toplumlar olmak üzere, kışkırtmalarla ayılıp, ulus devlet kurma süreçlerini yaşarken, hatta Osmanlı ile din birliği içerisinde olan halklar bile kendi yol haritasını belirlerken, Ermeniler "sadık millet" sıfatıyla anılıyordu. Kısa süre içerisinde, okullar hastaneler, kiliseler marifetiyle yükseltilen Ermeni milliyetçiliği, yarı yolda bırakılarak büyük acılara göz yumuldu.
Bugün bir benzerinin Kürtler için yaşanmaması herkesin, hepimizin çok dikkatli hareket etmesi ile mümkündür. Ne Amerikan yönetiminin silah desteği, kalıcı bir koruma kalkanına garantidir, ne İsrail'in partner ihtiyacı, Kürtler için yeterli güvenlik teminatıdır. Büyük devletlerin, uzun yıllardır ittifak yaptığı bölge devletlerinden bile vazgeçebildiği bir dönemde, henüz ancak örgüt ve bölgesel yönetim düzeyinde temsil edilen Kürtlerden vazgeçilmeyeceğini sanmak, kendini kandırmaktır.
NATO üyesi Türkiye'nin, kendi geleceğine ve bağımsızlığına dönük arayışları tartıştığı bir dönemdeyiz. Hiçbir ittifakın henüz gerçekçi muhatabı bile olmayan Kürt toplumunun batıdan sadakat ve vefa beklemesi, ancak yeni Halepçeler için çok daha kolay zemin oluşturabilir. Bunu bir tehdit gibi okuyup, kulak tıkamak, göz yummak yerine, dostane uyarı olarak ele alıp, bu doğrultuda bir yol haritası arayışına girmek, Türkiye'nin de Kürtlerin de uzun dönem yararına olacaktır. Kısa ve orta vadeyi doğru yönetmek ise, hem Ankara'daki siyasi aktörlerin, hem sivil toplumsal dinamiklerin tarihsel sorumluluğudur.
Toplam Okunma Sayısı : 843