
TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA 'BÖLGESEL SAHİPLENME' YAKLAŞIMI VE SURİYE
Türkiye, coğrafi konumu, tarihsel mirası ve etkileşim içerisinde olduğu geniş coğrafi bölge nedeniyle yüzyıllardır uluslararası siyasetin vr tarihin en önemli aktörlerinden biri olmuştur. Uzun süren gerileme dönemi ve Kurtuluş Savaşı sonrasında ise elindekine sahip çıkma psikolojisi ile ‘küçük olsun benim olsun’ bakışını benimsemiş ve elindekine de bir zarar gelmesi korkusu ile mirasına sahip çıkma konusunda bile çekingen davranmıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde şekillenen yeni dünya düzeni, küresel güç dağılımının farklılaşması ve bölgesel dinamiklerin yükselişi ile Türkiye’nin dış politikada “bölgesel sahiplenme” yaklaşımını öne çıkmaya başlamıştır. Bu yaklaşım; bir taraftan Türk Devletler Teşkilatı ile soya dayalı ilerlerken, diğer taraftan Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya’daki gelişmelere aktif katılım gösterme, komşu ülkelerle derin ekonomik-sosyal bağlar kurma ve bölgesel istikrarı önceleyen politikalar üretme iradesini yansıtmaya başlamıştır.
Peki Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın bir söyleşisinde ‘her gittiğim yerde bunu savunuyorum’ demesi ile gündemimize gelen ‘Bölgesel Sahiplenme’ nedir?
1. Bölgesel Sahiplenme Kavramının Çerçevesi
Bölgesel sahiplenme, genellikle bir ülkenin, içinde bulunduğu coğrafyada ortaya çıkan sorunlara dış güçlerin müdahalesinden ziyade bölge ülkelerinin ortak inisiyatif alarak çözüm bulmasını savunan bir yaklaşım olarak tanımlanır. Bu yaklaşımda:
Yerel aktörlerin önceliği: Bölgedeki sorunların çözümünün yine o bölgede yaşayan toplumlar ve devletlerin katılımıyla şekillenmesi gerektiği öngörülür.
Kültürel ve tarihsel bağların önemi: Ortak bir tarihe, kültüre veya kimliksel benzerliklere sahip ülkelerin dayanışma içinde olması, çatışmaları engelleyici bir unsur olarak görülür.
Ekonomik entegrasyon ve karşılıklı bağımlılık: Ticaret, enerji, ulaştırma ve altyapı projelerinde iş birliği, bölgesel istikrarın sağlanmasında kritik rol oynar.
Ülke içi ve bölge içi dinamiklere hassasiyet: Merkezi dış güçlerin “dikey” müdahalesi yerine, bölge ülkeleri arası iş birliği ve diplomasiye vurgu yapılır.
2. Türkiye’nin Bölgesel Sahiplenme Vizyonunun Arka Planı
Türkiye’nin bölgesel sahiplenme politikasını benimsemesi, pek çok tarihsel, coğrafi ve siyasi faktöre dayanır:
1. Tarihsel ve Kültürel Miras
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Türkiye, Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya’da ortak tarihsel geçmişe ve kültürel unsurlara dayanan yoğun etkileşim alanlarına sahiptir. Bu miras, Türkiye’ye “yumuşak güç” (soft power) unsurları kazandırırken, aynı zamanda bölge halklarıyla daha yakın ilişkiler kurabilme potansiyeli sunar.
2. Jeostratejik Konum
Türkiye, Asya ile Avrupa arasında bir köprü konumunda olup enerji hatları, ticaret yolları ve göç hareketleri açısından kritik bir coğrafyada yer alır. Bu durum, Türkiye’nin bölgesel meselelerdeki rolünü neredeyse doğal bir şekilde öne çıkarır ve “bölgesel sahiplenme” politikasına meşruiyet kazandırır.
3. Bağımsız ve Çok Boyutlu Dış Politika Arayışı
Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte bloklar arası katı ayrımların esnemesi, Türkiye’nin geleneksel müttefiklerinin (ABD, NATO, AB) yanı sıra Rusya, Çin ve bölge ülkeleriyle de çok yönlü ilişkiler geliştirmesine imkân tanımıştır. Bu “çok boyutlu” yaklaşım, bölgenin sorunlarına “dışarıdan” değil, “içeriden” katılımcı bir bakış açısıyla çözüm aranmasını teşvik etmiştir.
4. İç Güvenlik ve Terörle Mücadele
Türkiye, PKK ve türevi yapılarla mücadelenin yanı sıra sınır güvenliği ve göç dalgaları gibi konularda bölgedeki istikrarın doğrudan kendi ulusal güvenliğine etkide bulunduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla, bölgesel sorunların çözülmesi ve istikrarın sağlanması, Türkiye için de kritik ulusal bir öncelik olarak görünmektedir.
3. Bölgesel Sahiplenme Politikası ve Hegemon Devletlerin Müdahaleleri
Alışılagelmiş sömürge düzeninde büyük güçlerin (ABD, Rusya, Çin gibi) farklı bölgelerdeki etkinliği, Türkiye’nin bölgesel sahiplenme politikasını zaman zaman zorlu bir denge siyasetine sürüklemektedir. Zira;
Yerel Çözümlere Vurgu: Türkiye, genel olarak bölgesel meselelerin yerel aktörlerce çözülmesini savunuyor. Oysa hegemon güçler, kendi küresel çıkar ve stratejileri doğrultusunda bölgeye müdahale ederler. Bu durum, Türkiye’nin potansiyel inisiyatif alanını daraltabilmektedir.
Denge Siyaseti: Türkiye, NATO üyesi olarak Batı’yla yakın ilişkilerini sürdürürken, Rusya ve İran gibi bölge güçleriyle de iş birliği kanallarını açık tutmaya gayret etmektedir. Bu strateji ise, küresel güçler arasındaki rekabetten faydalanarak Türkiye’nin inisiyatifini artırma hedefi taşımaktadır.
Müzakere ve Arabuluculuk Rolü: Büyük güçlerin kendi aralarındaki ihtilaflarda (örneğin ABD-Rusya rekabeti) Türkiye bazen arabuluculuk veya denge unsuru olarak konumlanmaya çalışıyor. Bu konum, Türkiye’nin bölgesel sahiplenme politikasının diplomatik itibarını güçlendirirken, aynı zamanda zor seçimler yapmayı da gerektirebiliyor.
4. Suriye Politikası: Bölgesel Sahiplenmenin Saha Yansıması
Türkiye’nin bölgesel sahiplenme politikasının en çarpıcı örneklerinden biri, 2011’de başlayan Suriye iç savaşı süresince görüldü:
1. Rejimin Değişimi ve Muhalefetin Desteklenmesi
Başlangıçta Türkiye, Arap Baharı dalgasının Suriye’de de demokratik reformlara yol açmasını bekleyerek Esad rejimine reform yapması yönünde çağrıda bulunmuştu. Rejimin katı tutumu ve çatışmaların derinleşmesi üzerine, muhalif grupları ve sivil girişimleri destekleme yoluna gitmişti.
Bu tutum, baştan itibaren Türkiye’nin “Suriye halkının kendi geleceğini tayin etmesi” gerektiğine dair vurgusunu ortaya koymuştur. Ancak yukarda bahsedilen hegemon güçlerin çıkar kavgası ve bu kavgada kullandıkları vekâlet savaşçıları bu sahiplenmenin muhataplarını karmaşık hale getirdi.
2. Büyük Güçlerin Müdahalesi ve Denge Siyaseti
Zamanla Suriye’de, ABD ve Rusya’nın aktif müdahil olduğu bir vekâlet savaşına dönüşen çatışma ortamı oluştu. Türkiye, ABD’nin terör örgütü olarak tanımladığı YPG/PYD’ye destek vermesi karşısında kendi sınır güvenliği endişelerine vurgu yaparak askeri operasyonlar düzenledi (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı).
Öte yandan Türkiye, Rusya ve İran’la birlikte Astana süreci kapsamında diplomatik inisiyatiflere katılarak çatışmaların azaltılması ve yeni bir anayasa sürecinin başlatılması yönünde çaba sarf etti.
3. İnsani Boyut ve Göç Yönetimi
Türkiye, 2011’den bu yana milyonlarca Suriyeli sığınmacıya kapılarını açmıştır. Bu durum, uluslararası toplumun mali ve siyasi desteğine dair tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Türkiye, “bölgesel sahiplenme” vizyonu çerçevesinde Suriyeli mültecilerle ilgili politikalar yürütürken, AB başta olmak üzere dış aktörlerle yoğun müzakere içinde olmuştur. Bu yoğun sığınmacı nüfus, bölgesel sahiplenme yaklaşımının da önemli bir etkeni haline gelmiştir.
4. Güvenlik Öncelikleri ve Normalleşme Arayışı
Son yıllarda Türkiye’nin Suriye politikasında öncelik, sınır bölgelerinde “terör koridoru” olarak görülen yapıların engellenmesi ve göçmenlerin güvenli dönüş imkânlarının yaratılması şeklinde belirginleşmiştir.
Bu çerçevede, Türkiye-Suriye arasında dolaylı ya da istihbarat düzeyinde temaslar başlamıştır. Bu temkinli yaklaşım, bir yandan “Esad rejimiyle doğrudan müzakere” seçeneğini gündeme taşırken diğer yandan Türkiye’nin bölgesel istikrar hedefinden vazgeçmediğini göstermiştir.
5. Değerlendirme ve Sonuç
Türkiye’nin dış politikada “bölgesel sahiplenme” anlayışı, uzun vadeli bir stratejik vizyonu ve aynı zamanda pratikte zor kararlar gerektiren bir denge siyasetini beraberinde getirmektedir. Türkiye, yakın coğrafyasında tarihsel ve kültürel bağlarını kullanarak çatışmaların çözümünde aktif rol alma gayretindedir. Ancak büyük güçlerin bölgeye dair çıkarları, Türkiye’nin bu yaklaşımını kimi zaman kısıtlamakta, kimi zaman ise farklı fırsatlar sunmaktadır.
Bölge ülkeleri nezdinde meşruiyet, arabuluculuk rolleri, insani diplomaside öne çıkma, ekonomik iş birliği alanlarının gelişmesi gibi avantajları önümüzde durmaktadır.
Öte yandan, büyük güç rekabetiyle yüzleşme, terörle mücadele ve sınır güvenliği gibi önceliklerin bölgesel sahiplenme vizyonunu zorlaması, mülteci krizi yönetimi ve buna bağlı toplumsal-diplomatik maliyetleri de dezavantaj olarak önümüze koymuştur.
Suriye örneği, Türkiye’nin “bölgesel sahiplenme” anlayışının somut test alanı olmuştur. İlk aşamalarda demokratik değişim beklentisiyle şekillenen politika, zaman içinde terörle mücadele ve sınır güvenliği kaygılarının öncelik kazanmasıyla dönüşüme uğramıştır. Nihayetinde, Türkiye’nin diplomatik çabaları, askerî operasyonları, muhataplarla olan uzun sureli ilişkileri, askeri eğitim ve sığınmacı çalışmaları hem ulusal güvenliği hem de bölge istikrarını gözeten çok boyutlu bir dış politikaya dönüşmüş ve bugün meyvelerini almaktadır.
Gelecekte, Türkiye’nin bölgesel sahiplenme politikasının başarısı, bölge içindeki çatışma dinamiklerinin nasıl evrileceği ve küresel güçlerin rekabet alanlarının ne yönde şekilleneceğiyle yakından ilişkili olacaktır. Türkiye, jeostratejik konumundan gelen avantajları korurken, hem komşularla iş birliğini güçlendirip hem de büyük güçler arasındaki rekabeti fırsata çevirebildiği ölçüde bu yaklaşımın sürdürülebilirliğini sağlayabilecektir.
Bu samimi yaklaşım ve stratejik çabalar sonrasında gelinen noktada görünen o ki, kısa sürede Fırat’ın doğusunda da terör sorunu tamamen çözülecek ve Suriye’nin toprak bütünlüğü Türkiye eliyle yeniden sağlanacaktır. Tamamen çıkar ilişkisine dayalı ve bölge halkını yok sayan hegemon güçlere karşı, adil, verimli ve karşılıklı kazanca dayalı bir Türkiye – Suriye ilişkisi sosyolojik karşılığını da bulmuş görünüyor.
Söz konusu hegemon güçler Türkiye’nin bu yaklaşımı ile baş edememiş ve artık bölgeden çekilmeye başlamıştır.
Türkiye’nin “bölgesel sahiplenme” politikası, dış politikada bağımsız inisiyatifler geliştirmeyi, bölge halklarının kendi kaderlerini tayin etmesini öncelemeyi ve komşu ülkelerle iş birliği yoluyla ortak refah ve istikrarı artırmayı hedefleyen bir çerçevedir. Çalkantılı bir coğrafyada, uluslararası güç merkezlerinin kıskacında bu anlayışı başarıyla hayata geçirmek, ince diplomatik ve stratejik beceriler gerektirmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde bölgesel sorunlarda oynayacağı rol, büyük ölçüde bu “bölgesel sahiplenme” vizyonunu ne derece sürdürebildiği ve küresel güçler arasındaki dengeyi ne kadar ustalıkla kurabildiğiyle belirlenecektir.
Toplam Okunma Sayısı : 1025