
TÜRKİYE’DE YÜKSEKÖĞRETİM VE BİLGİ ÜRETİMİ RAPORU
ÖZET
Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması çalışmalarının bir parçası olarak son 20 yılda birçok ülke yükseköğretim sistemini yeniden yapılandırdı ve yeni üniversite yasaları çıkardı. Avrupa Birliği ülkeleri, Amerika Birleşik Devletlerindeki iyi üniversitelerle yarışabilecek, birinci sınıf üniversite sayısını artırmak ve dünyadaki yükseköğretim pastasından daha büyük paylar alabilmek için çalışmalarını sürdürmektedirler.
Avrupa’da yükseköğretimin yeniden yapılandırılması sürecinde göze çarpan 5 temel eğilim yani 5 köşe taşı vardır. Bunlar özerklik, yükseköğretimin yaygınlaşması, pazara duyarlılık, uyum ve kalite kontrolüdür. Hem bu eğilimler hem de üyelerinin yarıdan bir fazlası üniversite dışından atanan yeni yönetim kurullarının getirilmiş olması, ABD yükseköğretim sisteminden mülhemdir.
Türkiye yükseköğretim sistemini, Avrupa Birliği ülkelerindeki eğilimlere paralel olarak yeniden yapılandırmalıdır. Yeniden yapılandırma süreci içinde atılması gereken ilk adım, üniversiteleri verimsizleştiren, eğitim, öğretim ve araştırma huzurunu bozan mevcut rektör seçim sistemine son vermek ve bir an evvel atama sistemine geçmek olmalıdır.
İkinci iş, her üniversite için, üyelerinin (toplam 7–9 üye) en az yarısı üniversite dışından gelen yeni yönetim kurulları oluşturmaktır. Son yıllarda Avusturya, Danimarka ve Hollanda ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde bu tip yönetim kurulu oluşturmaya imkân veren değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Üçüncü iş üniversiteler süper ligine çıkabilecek, dünya çapında birinci sınıf üniversitelere sahip olmak için harekete geçmek, bu konuda adeta seferberlik ilan etmektir. Birinci sınıf araştırma-yoğun üniversiteleri bir an evvel kurmak ve ayrıca gençliğin bilim hedefine koşmasını sağlamak gerekir. Unutulmasın ki binlerce vasat beyin bir tane birinci sınıf beynin yerini tutamaz. Aynı şekilde binlerce vasat üniversite bir tane birinci sınıf üniversite kadar bilgi üretemez, ekonomiye ve sosyal hayata katkı yapamaz.
Nihayet vilayetlerimizdeki üniversitelerin önemli bir kısmını, doktora vermeyen, ileri araştırmalar yaptırmayan fakat sadece mesleki eğitim veren, başarılı meslek adamları ve donanımlı ara insan gücü yetiştiren kurumlara dönüştürmek gerekir.
Huzursuzluk kaynağı olan mevcut rektör seçim sistemi, bir kanun hükmünde kararname çıkarılarak hemen değiştirilmeli; belirlenecek kıstasları taşıyanlar arasından seçme ve atamayı öngören bir sistem getirilmelidir. Üniversitelerdeki huzursuzluğun, verimsizliğin ve kısır çekişmelerin ana sebebi mevcut rektör seçim sistemidir. Önümüzdeki yıl çok sayıda üniversitede rektör seçimleri yapılacaktır. Bir yıl sonra rektör seçimi yapacak üniversitede, çoğunlukla seçime yönelik yatırımlara öncelik verilmekte, akademisyen değil sanki seçmen ataması yapılmakta, gelecek oy sayısı hesaplanmakta ve alınan kararlar nerdeyse seçimde başarılı olabilme arzusunun
bir ifadesi olmaktadır.
Bir insan birden fazla yüksek kurulun üyesi ve yöneticisi olmamalıdır. Türkiye’de bir profesör aynı zamanda hem rektör, hem de rektörler ve üniversiteler hakkında karar veren ve bir üst kurul olan YÖK’ün üyesi olabilmektedir. Ayrıca bir YÖK üyesi görevinden ayrıldıktan hemen sonra veya ayrılmadan bile rektör aday adayı olabilmektedir. Diğer taraftan, bir partiden aday olarak milletvekili veya belediye başkanlığı seçimine giren ve seçilemeyen akademisyen, aradan makul bir zaman geçmeden rektör veya YÖK üyesi olarak atanabilmektedir. Yapılacak yeni yasa, ileri ülkelerde rastlanmayan ve en hafif ifadeyle akademik ahlakın ihlali anlamına gelen bu ve benzeri hataların tekrarına izin vermemelidir.
Her anabilim ve bilim dalının standart akademik kadrosu (yardımcı doçent, doçent, profesör ve diğerleri) belirlenmeli ve standart sayı korunmalıdır. Böylece belli devlet üniversitelerinde akademik yığılma önlenmiş ve kadro bulamayanların, diğer üniversitelere doğru hareket etmeleri sağlanmış olacaktır.
Temel bilimlerin yeniden canlandırılması ve çağdaş bir yapıya kavuşturulması için gereken plan, strateji, altyapı ve müfredat çalışmaları en kısa sürede başlatılmalıdır.
İçten beslenmeyi tamamen durdurmak veya sadece yeni üniversiteler ile vakıf üniversitelerinde belli ölçüde izin vermek gerekir.
Doktora unvanını almak için gereken çıta yükseltilmeli. Doktora sonrası eğitim- öğretimi (en az iki yıl), başka bir üniversitede tamamlama mecburiyeti getirilmeli. Doktora veya uzmanlıktan sonra bu eğitimi başarıyla tamamlamayanların yardımcı doçent veya doçent olma yolları kapatılmalıdır.
Yükseköğretimin ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinin finansmanında özel kesimin payını artıracak önlemler alınmalıdır. Yükseköğretime ayrılacak bütçenin dağıtılmasında ve kullanılmasında, üniversiteye daha fazla idari özerklik tanınmalıdır.
Çıkarılacak yeni anayasada 130, 131.ve 132. maddeler veya benzerleri bulunmamalı; bu maddelerin yerine anayasada “üniversiteler yasalar çerçevesinde özerktirler” şeklinde genel bir ifade yer almalıdır.
1.BÖLÜM
GİRİŞ
Eğitimin ve özellikle yükseköğretimin önemini tam olarak kavramadan, dünkü toplum ile bugünkü toplumun farkını anlamak ve yarınki toplum hakkında sağlıklı tahminlerde bulunmak mümkün değildir. Yirminci yüzyıl sanayi devriminin altın çağıydı. Mal, fiziki sermaye ve kaba insan gücünün geçer akçe olduğu sanayi toplumu dünde kalmıştır. Çağımız bilgi çağıdır. Bilgi toplumunda, diğer bir deyişle endüstri sonrası toplumda sürdürülebilir gelişme ve refah için gereken temel stratejik kaynak bilgidir; iyi eğitim görmüş olgun insandır, yani beşeri sermayedir. Günümüzde ekonominin motoru bilgidir. Refah toplumunu oluşturmada en etkili unsur bilgidir. İşte bundan dolayı birinci sınıf beyne sahip, iyi yetişmiş insan bir millet için en büyük zenginliktir. Sanayi toplumunun temel taşlarını demir ve petrol gibi yeraltı madenleri oluşturmaktaydı. Ancak bunlar kullanıldıkça azalıp tükenen kaynaklardır. Hâlbuki bilgi toplumunda geçer akçe olan bilgi kullanıldıkça, dağıtıldıkça ve satıldıkça azalmaz artar. İşte onun için günümüzde bilgi gerçek anlamda bir güç Ve servettir. Teknoloji, bilimin ve üretilen bilginin uygulama alanına aktarılmasından ibarettir. Bilimsel bilgi üretimindeki hıza paralel olarak teknolojide baş döndürücü gelişmeler görülmektedir. Bilgisayar diliyle ifade edersek, önümüzdeki yıllarda “giga” (109) teknolojiden, önce “tera”(1012) sonra da “peta” (1015) teknolojiye ulaşılacağı tahmin edilmektedir. Bilim, bilimsel zihniyet ve bilgi üretimi olmadan teknolojide ve uygulama alanlarında ilerleme olmaz. Bilgi üretilmeden, sadece teknoloji ithali yoluyla, milletler arasında devam eden baş döndürücü siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik yarışı sürdürmek ve medeniyetler yarışını veya medeniyetler savaşını kazanmak mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki bilgiyi ancak iyi yetişmiş beyinler üretebilir, özümseyebilir ve uygulayabilir. Bilgi daha çok bilgi fabrikaları diyebileceğimiz üniversitelerde üretilir. Bu nedenle üniversiteler bilgi çağını yaşamamızı mümkün kılan en etkin vasıtalardır. Milletler ve medeniyetler arasında devam eden yarışta elde edilecek başarı, geniş ölçüde üniversitelerin başarısına bağlıdır. Ülkeler birinci sınıf üniversitelere sahip olmak ve bunların sayılarını artırmak için sürekli bir gayret içindedirler. Amerika Birleşik Devletlerini güçlü kılan dört bini aşkın üniversiteye sahip olması değil, sayıları yüz kadar olan birinci sınıf üniversiteye sahip olmasıdır.
Avrupa Birliği yükseköğretimdeki açığını kapatmak için Bolonya Deklarasyonu ile “Avrupa Yüksek Öğretim Alanı” girişimini başlatmıştır. Son yıllarda Bolonya Sürecinde yer alan Avrupa Birliği ülkeleri, yükseköğretim kurumlarını dünyadaki akademik yarışı sürdürebilecek ve hem piyasanın hem de tüm toplumun ihtiyaçlarına daha duyarlı olacak çağdaş bir yapıya kavuşturmak için yeni yükseköğretim yasaları çıkarmakta ve büyük yatırımlar yapmaktadırlar.
Mevcut Durum
Son yıllarda Türkiye’de yükseköğretim ile ilgili göstergeler hem sayı hem de kalite bakımından sürekli bir artış göstermektedir. Ancak henüz işin başında sayılırız. Hem sayı hem de kalite bakımından alınacak daha çok yol vardır. Mevcut durumun tespiti amacıyla aşağıda sayısal özet kısmında vereceğimiz bilgiler Eski YÖK başkanı G. Çetinsaya’nın “Büyüme, Kalite, Uluslararasılaşma” başlıklı Haziran 2014 tarihli raporundan alınmıştır.
Sayısal Özet: Yükseköğretimde brüt okullaşma oranı 1980, 2005 ve 2012 yıllarında sırasıyla 6.4, 34.5 ve 74.9 kadardı. Net okullaşma oranı ise 2000, 2005, 2010 ve 2012 yıllarında sırasıyla 12,3; 18,9; 33,1 ve 38,5 idi. Görüldüğü gibi net okullaşma oranları 2008’den sonra daha hızlı bir biçimde artmıştır. Bunun başlıca sebebi, 2006 ve 2007 yıllarında açılan çok sayıda yeni üniversitelerin devreye girmesi ve genelde kontenjanların artırılmasıdır.
Yükseköğretimde öğrenci sayıları 1990’da yaklaşık 736.000 iken, 2000, 2010 ve 2014 yıllarında sırasıyla 1.594.000; 3.780.000 ve 5.549.000’e ulaşmıştır. Ancak bunların % 46,7’si açık öğretim öğrencisidir. Devlet üniversitelerindeki öğrenci sayısı 2014 yılında 5,089.291 iken, vakıf üniversitelerinde aynı yıl 350.999 öğrenci vardı.
Söz konusu rapora göre 2013-2014 öğretim yılında bütün üniversitelerdeki öğretim elemanı sayısı 133.000 kadardı. Bunların 18.985’i profesör, 11.831’i doçent ve 29.614’ü yardımcı doçent kadrosunda bulunmaktaydı. Yani 133.000’in yaklaşık 50.000’i öğretim üyesi kadrosunda iken büyük çoğunluk araştırma görevlisi, öğretim görevlisi ve okutmandı.
Kadın öğretim üyesi sayısı, yaklaşık olarak erkek öğretim üye sayısının %50’si kadardır. Bu oran Avrupa Birliği üyelerinde çok düşüktür. Vakıf üniversitelerindeki araştırma görevlisi sayıları, devlet üniversitelerindekine kıyasla % 50 daha azdır. Ancak, 2014 yılında vakıf üniversitelerindeki kadın araştırma görevlisi sayısı (1.587) erkek araştırma görevlisi sayısına (1.071) göre oldukça fazladır. Devlet üniversitelerinde de kadın araştırma görevlisi sayısı (18.647) erkek araştırma görevlisi sayısına (20.057) yaklaşmıştır. Öğretim görevlisi ve uzman sayılarında da benzer bir durum vardır. Okutman sayısının cinsiyete göre dağılımında tam tersi bir durum göze çarpmaktadır. Şöyle ki devlet üniversitelerinde 4.005 kadın, 2.962 erkek okutman; vakıf üniversitelerinde ise 1.828 kadın, 687 erkek okutman görev yapmaktadır. Cinsiyete göre dağılımda görülen bu eğilimin nedenleri ayrı bir araştırma konusudur.
Devlet üniversitelerinde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 2013 yılında 51, vakıf üniversitelerinde 37 ve Türkiye ortalaması 48 idi. OECD ortalaması çok daha düşüktür. Raporda, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı ortalaması değil, öğretim elemanı başına düşen Türkiye ortalaması (21), OECD ortalaması (15,6) ile karşılaştırılmıştır. Buna rağmen arada önemli bir farkin olduğu görülmektedir. Yani Türkiye’de öğretim elemanı ve özellikle öğretim üyesi sayısı yetersizdir. Diğer taraftan bir de öğretim elemanı kalitesi denen bir şey daha vardır. Bu da üniversitelerin kalitesini etkileyen en önemli unsurdur.
Üniversitelerimizin Dünya Üniversiteleri Arasındaki Yeri: YÖK’ün web sayfasına göre 26 Ekim 2015 itibariyle Türkiye’de 193 üniversite vardı. Bunların 76’sı vakıf üniversitesidir. Üniversite sayısı 1982 yılında 27 iken bu sayı 2003 yılına kadar toplam 77’ye ulaştı. Sadece üniversite sayısına bakınca, çok önemli iş başardığımızı söyleyebiliriz. Ancak, kalite söz konusu olunca aynı heyecanı duymamız ne yazık ki mümkün değildir.
Çin’deki Institute of Higher Education, Shanghai Jiao Tong Universitesinin,: “Academic Ranking of World Universities” başlıklı araştırmaları ile The Times Higher Education’in eki olarak yayınlanan dokümanlarda dünya üniversiteleri her yıl kalitelerine göre sıralanmaktadır. The Times Higher Education World University Ranking 2015-2016 Eki 24 Eylülde yayınlandı. Bu araştırmada dünya üniversiteleri 13 ayrı konudaki performanslarına göre sıralanmıştır. Bu performans göstergeleri öğretim, araştırma, sitasyon, uluslararasılaşma ve bilgi transferi (sanayiden para girişi) olmak üzere 5 grupta toplanmıştır. Yüzde 30 ağırlığı olan öğretim konusu 5 ayrı alt konuya ayrılmıştır. Araştırma ve sitasyon konuları da % 30’ar ağırlığa sahiptir. Bir üniversite uluslararasılaşma’dan en fazla % 7,5, bilgi transferinden ise % 2,5 puan almaktadır. Bir üniversitenin başarı sırasını % 90 olarak ilk üç konu tayin etmektedir.
Yukarıda kısaca özetlenen çalışmaya göre, Koç Üniversitesinin dünya üniversiteleri arasındaki yeri 251-300 arasıdır. Bilkent Üniversitesi ile Sabancı Üniversitesi 351-400 arasında; Boğaziçi, İstanbul Teknik ve Ortadoğu Teknik Üniversiteleri 501-600 arasında yer almaktadır. Anadolu, Erciyes, Hacettepe, İstanbul Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversiteleri de 601-800 arasında bir yere sahiptirler. Sıralamada ilk 50’ye giren üniversitelere birinci sınıf üniversite denmektedir. Bu tabloya göre henüz birinci sınıf tek bir üniversitemiz bile yoktur. Yükseköğretimde birkaç tane birinci sınıf üniversiteye sahip olmak için planlama yapılmalı ve bunun için temel strateji belirlenmelidir. Yüzlerce ikinci, üçüncü sınıf üniversite tek bir tane birinci sınıf üniversitenin yerini tutama. Çin’deki enstitünün üniversiteleri sıralamada kullandığı kıstaslar daha sıkıdır. Yani Shanghai Jiao Tong Üniversitesinin raporlarında ilk 200-300’e girmek daha zordur. Şanghay sıralamasında ilk 100 üniversitenin 60’ı; Times sıralamasında ise 34’ü ABD’de bulunmaktadır. Şanghay’a göre ilk 100 üniversitenin 34’ü; Times sıralamasında ise 51’i Batı Avrupa’da bulunmaktadır. Yani Times Batı Avrupa’yı öne çıkarmaktadır.
Çağdaş Üniversitenin Özellikleri
Çağdaş üniversite statik değil dinamik bir yapıya sahiptir. Bilim teknik ilerledikçe, sosyal ve fiziki çevre değiştikçe üniversitenin yapısı da değişmektedir. Önemli olan değişimi ve eğilimleri yakından izlemek, anlamak ve zamanında uyum sağlamaktır. Çağdaş üniversite eleştirel düşüncenin geliştiği, serbestçe tartışıldığı ve sorgulandığı kültür ortamıdır. Çağdaş bir üniversite, mensuplarına okuma, araştırma, bilgiye ulaşma, düşünme, soru sorma, tartışma ve eleştirme imkânı sağlamalıdır. Onların entelektüel, sosyal ve ahlaki bakımdan gelişmesini temin etmelidir. Üniversite mensubu sadece başkalarını değil, kendisini de eleştirebilmelidir. Üniversite her sorunun cesaretle sorulduğu ve her cevabın korkusuzca verildiği bir bilim kenti olmalıdır. Ferdin hem kendini hem de çevresini tanıması, bilmesi ve geliştirmesi böyle bir ortamın varlığına bağlıdır. Eğitimin temel amacı değişme ve gelişmeyi sağlamak; ırk, din, inanç, düşünce, kültür, dil ve milliyet farklılığına karşı hoşgörülü olmayı kazandırmaktır. Yükseköğretim sadece ferdin ekonomik ve sosyal statüsünü artırması sebebiyle değil; ondan daha önemli olarak ferde “bilge insan” olmanın önemini öğrettiği ve başarılarda liyakatin esas olduğu fikrini benimsettiği ölçüde çekici olmalıdır. Bir ülkede refah sadece ekonomik gelişme yoluyla sağlanamaz. Ekonominin yanında toplumun kültür ve ruh sağlığı daha da önemlidir. İşte bunu eğitim ve iyi bir yükseköğretim sağlayabilir. Zaten üniversitenin tek amacı ekonomik gelişmeyi sağlamak değildir. Toplumun yüksek değerlerinin yüceltilmesinde, haksızlık ve yolsuzlukların azaltılmasında, temiz, sağlıklı ve huzurlu bir toplumun oluşturulmasında üniversiteye önemli görevler düşmektedir. Üniversite, öğrencilerine ve öğretim elemanlarına yarışma kültürünün yanında işbirliği ruhunu da kazandırmalıdır. Sadece yarışma kültürüyle yetişen bireylerin oluşturduğu toplumda refah yaygınlaşamaz. Üniversitenin milli kültürün araştırılması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gibi bir görevi de vardır. Buna ilave olarak, üniversite evrensel değerlere de sahip çıkmalı ve bütün insanlığın kültür mirasını tanıyıp korumalıdır.
Yukarıdaki açıklama üniversitenin 5 önemli görevi olduğunu göstermektedir. Bunlar eğitim-öğretim, araştırma, üretilen bilginin yaygınlaşmasını sağlamak, bilgi transferini gerçekleştirmek, yakın ve uzak çevreye, yani tüm topluma, hatta tüm evrene hizmet etmektir.
2.BÖLÜM
BOLONYA SÜRECİ
Avrupa’da Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Üniversiteler
Çok sayıda Avrupa ülkesi 1980’li yıllardan itibaren ’kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması’ denen bir süreci yaşamaktadır. Kamu sektörünü daha verimli ve daha etkili kılmayı amaçlayan bu sürecin Birleşik Krallıkta Thatcher hükümeti döneminde başladığı, sonra bütün dünyaya yayıldığı kabul edilir. Bu döneme damga vuran en önemli husus, özelleştirmenin yaygınlaşmasıdır. Bazı kamu mallarının özelleştirilmesi Türkiye’de de halen devam eden bir süreçtir. Kamunun yeniden yapılandırılması sonunda pazar kurallarının öne çıkarıldığı, kurumlarda performans ölçümlerinin, iç ve dış denetimin yaygınlaştığı ve meslektaşların yönetimi yerine, girişimci-işletmeci bir yönetim anlayışının hâkim olduğu görülür. Yeni liberal sistem diye adlandırılan bu süreç, önemli bir kamu kurumu olan yükseköğretimi de etkilemiştir.
Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması felsefesine göre, 1980’li yıllarda yükseköğretim kurumları tamamen verimsizdi. Aşırı bürokratikti ve esnek değildi. Ayrıca öğrenci ve program sayıları hızlı bir şekilde artarken devletin yükseköğretime verdiği para nispi olarak azalmaktaydı. Avrupa bilim, teknik ve yeniliklerde irtifa kaybetmekte, ABD ile Avrupa arası sürekli olarak açılmaktaydı. Bütün bunlar yükseköğretimde reformu, yani yeniden yapılandırmayı zorunlu kılmaktaydı. Avrupalı uzmanlar yapılması gereken değişiklik konusunda Amerika Birleşik Devletlerindeki yükseköğretim sistemini örnek aldılar. Çünkü ABD’de yükseköğretim daha verimli ve daha başarılıydı. Akademik birimlerin başında işini iyi bilen, güçlü liderlerin olması, hepsi veya çoğunluğu üniversite dışından olan yönetim kurullarının (mütevelli heyet) varlığı, kalite ve hesap verebilirlik ile performansa dayalı bütçe ABD’deki sistemin temel özellikleridir.
Yükseköğretim sistemi için öngörülen yapısal değişiklik ilk olarak, 25 Mayıs 1998’de Alman, Fransız, İngiliz ve İtalyan Eğitim Bakanlarının Paris’te imzaladıkları Sorbon Deklarasyonu’nda yer aldı. Sorbon Deklarasyonu’nun ilk paragrafında, Avrupa’nın sadece Euro, bankalar ve ekonomi olmadığı, bunların yanında bilgi Avrupa’sı olması gerektiği belirtilmiş; kıtanın entelektüel, kültürel, sosyal ve teknik temeller üzerinde kurulması ve güçlendirilmesi vurgulanmış ve bu işin üniversiteler tarafından başarılacağı kaydedilmiştir.
İtalya’da Bologna (Bolonya) Üniversitesinin 900. kuruluş yılı kutlamaları vesilesiyle bir araya gelen Avrupa üniversitesi rektörleri (430 rektör) eğitim–öğretim sisteminin modernleşmesi amacıyla “Magna Carta Universitatum” (büyük üniversiteler sözleşmesi) başlıklı bir bildiriyi imzaladılar. Bolonya Deklarasyonu 19 Haziran 1999’ da Avrupa’daki 31 ülkenin Eğitim Bakanları tarafından imzalandı.
Bolonya Deklarasyonunda belirtilen temel amaç, 2010 yılına kadar kendi içinde olabildiğince uyumlu, karşılıklı olarak birbirini tamamlayan ve rekabet gücü yüksek bir Avrupa Yüksek Öğretim Alanı (European Higher Eduction Area) ile Avrupa Araştırma Alanı (European Research Area) oluşturmaktı. Avrupa Yüksek Öğretim Alanı hedefine ulaşmak için belirlenen temel çalışma alanları şöyle sıralanmıştır:
1. Öğrenci hareketliliğini artırmak amacıyla genelleştirilmiş bir ortak Avrupa Kredi Sistemi (ECTS) oluşturmak,
2. Kolay anlaşılır ve karşılaştırılabilir dereceler (Diploma Eki)
3. Esas olarak üç seviyede yükseköğretim: lisans, yüksek lisans ve doktora
4. Kalite kontrolü ve güvencesi konusunda iş birliği
5. Yeni öğrenme olanaklarının hizmete sunulması
Daha sonra Türkiye’nin de katıldığı Bolonya süreci devam etmekte ve Avrupa ülkeleri, bu sürecin gerektirdiği şekilde yükseköğretim sistemlerini yeniden yapılandırmaktadırlar. Hemen belirtmek gerekir ki yeniden yapılandırma işlemi statik değil, dinamik bir işlemdir. Yani bir kez düzenleme yapılarak bitirilen bir süreç değil, sürekli olarak yenilenmeyi gerektiren bir süreçtir. Bolonya sürecine katılan ülke sayısı 2010 yılında 47’ye ulaşmıştır.
Bolonya Sürecinde Yasal Düzenlemeler
Avrupa Birliği Ülkeleri 2000’li yıllarda yeni yasalar çıkararak yükseköğretim sistemlerinde köklü reformlar gerçekleştirdiler. Bu yasalar yükseköğretimin organizasyonunda, yönetiminde ve finansmanında çok büyük değişiklikleri öngörmektedir. Bu bölümde söz konusu yasalarda yer alan önemli değişikliklerden bazı örnekler verilecektir.
Üniversite Yönetiminde Yeniden Yapılanma
Günümüzde’y.netim’ teriminden çok, sevk ve idare diye Türkçeleştirilen ’yönetişim’ (governance) terimi kullanılmaktadır. Bu terimin çok çeşitli tanımları yapılmıştır. Genel anlamda yönetişim, bir kurumun politikası ve diğer işleriyle ilgili karar verme yolu, biçimi ve süreci ile kurumdaki fertlerin kendilerini etkileyen kararlara nasıl katkı yaptıklarını ve nasıl temsil edildiklerini anlatır. İyi bir yönetişimin 8 temel özelliği vardır. Bunlar katılımcılık, uzlaşma, hesap verebilirlik, şeffaflık, sorumluluk, etkililik, verimlilik, eşitlikçilik ve kanunlara uymadır.
Avrupa Birliği ülkelerinde yeniden yapılandırma sonucunda, üniversite yönetimine devletin doğrudan müdahalesi kalkmış ve öz yönetim güç kazanmıştır. Devlet veya hükümet üniversiteleri, bağımsız ve politik açıdan tarafsız-tampon kurumlar yoluyla etkilemektedir. Ara kurumlar görevleri bakımından ABD’deki mütevelli heyet benzeri yapılardır. Üyelerinin bir kısmı üniversite dışından atanmakta bir kısmı da üniversite çalışanlarından ve öğrencilerden seçilmektedir. Dışarıdan gelen üyelerin atanmasında devlet veya hükümet, yani vergi verenlerin demokratik temsilcileri yetkilidir. Üyelerinin bir kısmı o üniversitede görevli akademisyenlerdir. Avrupa’daki kurullar bu özellikleri bakımından ABD’deki mütevelli heyetlerden farklıdır.
Avusturya gibi bazı ülkelerde daha önce rektörleri senato üyeleri seçmekteydi. Şimdi ise çoğunluğu dışarıdan atanan üniversite yönetim kurulu seçmektedir. Öğretim üyeleri arasından seçilen rektörün, sorumluluğu ve karar verme gücü yanında hesap verebilirliği de artmıştır.
Avusturya’nın 2002 Tarihli Üniversiteler Yasası
Avusturya 2002 yılında yeni bir üniversite yasası çıkararak yükseköğretim sisteminde kapsamlı değişiklikler yaptı. Üniversite reformu konusunda Avusturya ve Danimarka Avrupa’nın en yenilikçi ülkelerindendir. Bu nedenle Avusturya ve Danimarka’daki yeniden yapılandırma çalışmalarının iyice araştırılması ve anlaşılması gerekir.
Avusturya’daki yeniden yapılanmanın 5 önemli amacı vardı:
1. Kırtasiyeyi azaltmak
2. Yarışma yeteneğini artırmak
3. Üniversitede liderliği kuvvetlendirmek
4. İçten yönetişimi azaltmak
5. Dışarının, üniversitenin stratejik amaçlarını tespitine imkân vermek
Bu amaçların gerçekleştirilmesi üniversiteyle ilgili üç alanda reform gerektirmekteydi. Bunlar kısaca finans, personel ve karar organı alanlarıdır.
Avusturya’nın Üniversiteler yasasının 20. maddesinin birinci bendine göre üniversitenin üst birimleri üniversite kurulu, rektörlük ve senatodur. Aynı maddenin ikinci bendine göre bir insan bu birimlerden sadece birisinin üyesi olabilir. Bu husus demokratik ve çağdaş yönetim felsefesi açısından son derecede önemlidir.
Yasanın 21. maddesi Üniversite Kurulunun yapı ve görevini tanımlamaktadır. Kurulda üyelik süresi 5 yıldır. Üyelerde aranacak özellikler 3. bentte şöyle sıralanmıştır: Üniversite kuruluna üye olabilmek için geçmişte ve halen özellikle akademik, kültürel veya iş hayatında sorumluluk gerektiren görevlerde bulunmuş olmak. Yükseköğretimin yapı ve görevleri konusunda istisnai bilgi ve becerileriyle üniversiteye katkı yapabilecek durumda bulunmak. Söz konusu maddenin 4.bendi kimlerin üniversite konseyinde üye olamayacağı hakkındadır. Bunlar Federal yönetimin veya il yönetiminin üyeleri, Milli Meclis, Federal Meclis veya diğer popüler temsil organının üyeleri, politik partilerin üyeleri veya son 4 yılda bu tip görevlerde bulunanlardır. Beşinci bent bir insanın ancak bir üniversitenin kurulunda üye olabileceğini ve üyelerin üniversite elemanı veya bakanlık elemanı olmayabileceğini hükme bağlamaktadır.
Bizde politik tercihlerini açıkça belirtmiş, seçimlerde bir partiden aday olmuş insanların rektör ve YÖK üyesi gibi makamlara getirilmeleri sık görülen bir durumdur. Bu durum sadece akademik özgürlük ve özerklik bakımından değil, etik açıdan da doğru değildir.
Aynı maddenin altıncı bendine göre üniversite kurulu üyelerinden, üniversitenin büyüklüğüne bağlı olarak, ikisi, üçü veya dördü senato tarafından seçilir. Bir o kadarı da Bakanın önerisi üzerine Federal Hükümet tarafından atanır. Üniversite kurulunun üye sayısı, üniversitenin büyüklüğüne bağlı olarak 5, 7 veya 9 olduğundan geriye kalan birer üyeyi iki taraf anlaşarak belirler. Kurul kendi üyeleri arasından birisini başkan olarak seçer.
Yasanın 22. maddesi rektörlüğün rektör ve sayıları dörde kadar çıkabilen rektör yardımcılarından oluştuğunu ve görevlerini hükme bağlamıştır. 23. Madde rektör ve görevleri hakkındadır. Maddenin ikinci bendine göre bir üniversiteyi yönetecek yeteneği ve uluslararası deneyimi olmayanlar rektör olamazlar. Rektör senatonun önereceği üç aday arasından Üniversite Kurulu tarafından seçilir. Aynı kurul gerektiğinde rektörün işine son verebilir.
Senatonun organizasyonu ve görevleri 25. maddede yer almıştır. Üye sayısı 12–24 arasındadır ve üyelik süresi 3 yıldır. Profesör temsilcilerini profesörler seçer ve profesör temsilcileri senatoda çoğunluğu oluştururlar. Diğer öğretim elemanlarının temsilcilerini kendileri seçer ki bunlardan en az birisi doçent unvanını almış olmalıdır. İdari personel kendi temsilcisini seçer ve senatodaki üye sayısının % 25’ini oluşturan öğrenci temsilcilerini de öğrenciler seçer.
Üniversite Yönetim Kurulları (Governing Boards) Nasıl Olmalı?
Sadece Avusturya’da değil, Avrupa’nın birçok üniversitesinde mütevelli heyet benzeri yönetim kurulları oluşturulmuştur. Bu yeni kurulların başlıca görevi gözetim, günlük akademik işlerin dışında yönetim, rektör ve rektör yardımcısı gibi yöneticilerin icraat ve faaliyetlerini kontroldür. Rektör seçimi, stratejik planın yapılması, bütçenin onaylanması ve gelecek yıllarda yapılacak faaliyetler de yönetim kurullarının görevlerindendir. Üniversitelerin en önemli unsurları haline gelen bu kurullar eğitim-öğretim ve araştırma gibi konuları dolaylı olarak etkilemektedirler. Ayrıca, hükümet, yakın çevre, öğrenci velileri ve üniversitenin gerçek sahibi olan tüm toplum ile üniversite arsında tampon-aracı kurumlar olarak görev yaparlar. Kurullardaki üye sayısı genelde 15’ten daha azdır. Kurullarda özel sektörden, üyelik için istenen özelliklere sahip temsilcilerin bulunması, girişimci ve pazara duyarlı üniversitenin oluşması için gerekli görülmektedir.
Avrupa üniversitelerinde yönetim kurulları öne çıkarken üniversite senatoları güç kaybetmektedir. Mesela Hollanda’da üniversite senatosunun yetki ve görevi danışma kurulu seviyesine düşürülmüştür.
Amerika’da mütevelli heyetlerle ilgili iki önemli sorun ve iki eleştiri vardır. Bunlardan ilki bazı üyelerin işin ehli olmamaları ve ikincisi de politizasyondur. Mütevelli heyetin yerini alacak yönetim kurulu üyeleri çevrelerinde ve tüm toplumda bilgi, beceri ve dürüstlükleriyle temayüz etmiş kimseler olmalıdır. Ayrıca son 4 yılda aktif parti politikasının dışında kalmış olmaları gerekir.
Öneriler
1. Türkiye’de mütevelli heyet benzeri bir yapı oluşturulacaksa ki bu oldukça problemli gözükmektedir, yukarıda açıklanan iki hususa özel bir önem vermek gerekir. Yani üniversite dışından seçilip atanacak üyelerin işin ehli olmaları, hem eğitim-öğretim-araştırma ve hem de yönetişim konularında deneyimli olmaları, akademik dünyaya yabancı olmamaları gerekir. İkinci olarak, dışarıdan atanacak üyenin son 4 yılda herhangi bir politik partinin üyesi olmaması veya seçimlerde herhangi bir partiden aday olmamış olması, kural olarak mutlaka getirilmelidir.
2. Her coğrafik bölgede, o bölgedeki üniversiteler için ortak bir mütevelli heyet (5-7 üyeli) oluşturulabilir. Üyelerin çoğunluğu ilgili üniversitelerin dışından atama yoluyla gelmeli. Bölge Üniversiteleri Kurulu olarak görev yapacak bu yapı YÖK’ün bazı yetkilerini de devralabilir. Böylece YÖK’ün ağır yükü, kısmen de olsa azalır ve bölgede bulunan üniversiteler daha yakından gözetim altına alınmış olur.
Hesap Verirlik
Hesap verirlik iyi bir yönetişimin temel köşe taşlarından birisidir. Hesap sorma ve hesap verme için çeşitli yollar geliştirilmiştir. Üniversite yönetimi bu yolları kullanarak hükümet, pazar, öğrenci velileri, akademisyenler, mezunlar, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler ve bütün toplum diye sıralayabileceğimiz paydaşlara hesap verir. Bu maksatla bütün kurumun ve birimlerin performans raporlarını dürüstçe açıklar. Eğitim-öğretim ve araştırmaları standartlarla karşılaştırarak değerlendirmesini yapar ve sonuçları duyurur. Periyodik olarak kurumu dış değerlendirmelere açar ve sonuçları gizlemez. Akreditasyon ajansları ile çeşitli dış denetçilerin, üniversitenin araştırma, öğretim ve topluma hizmet gibi konulardaki performansını ve genel durumunu değerlendirmelerini ve hükümete rapor sunmalarını sağlar. Hesap verebilirliğin önemli bir parçası üniversitenin görevleri, hizmetleri, verimliliği gibi konularda iç ve dış paydaşları bilgilendirmesi ve içteki karar mekanizmalarında dış paydaşlara da yer ve söz hakkı vermesidir. Özet olarak denebilir ki yeni dönemde üniversite yönetiminin ve özellikle rektörün yetkileri artmıştır. Üniversite daha özerk hale gelmiştir. Ancak bu denetimsiz değil denetimli bir yetki artışı ve özerkliktir. Hesap verebilirlikle dengelenen bir özerklik ve yetki artışıdır. Başına buyrukluk değildir. Üniversitenin kalitesini artıran da bu dengedir. Bu nedenle Rosovsky, “Ben, bir okulun kalitesi ile yöneticilerin denetimsiz yetkileri arasında negatif korelasyon olduğu kanısındayım” demektedir.
Yüksek Öğretimin Finansmanında Yenilikler
Avrupa’da kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması görüşünün yaygınlaşmasına paralel olarak, yükseköğretimin finansmanında performansa bağlı ve sözleşmeye dayalı iki sistemin öne çıktığı görülmektedir. İsveç Norveç ve Birleşik Krallıkta benzer reformlar gerçekleştirilmiştir. Özellikle kalite güvencesi ve kalite kontrolü konusunda yapılan düzenlemeler dikkat çekmektedir. Bu ülkelerde yükseköğretimin finansmanı, kurumun performansına göre olmaktadır. Birleşik Krallıkta hem eğitim-öğretim hem de araştırmalar bağımsız kurumlar tarafından düzenli aralıklara değerlendirilmekte, performansa göre bütçe ayrılmakta ve akademik kadroların verilmesinde performans esas alınmaktadır.
Avrupa Komisyonu iki binli yılların başında, üye ülkelerin Ar-Ge için harcadıkları parayı 2010 yılına kadar iki katına çıkarmalarını ve sanayi kesiminin Ar-Ge faaliyetlerindeki destek payını % 56’dan % 66’ya çıkarmasını önermişti. Bu bilgiler, Avrupa Birliğine üye olmak isteyen Türkiye’de hem devletin hem de özellikle sanayi kesiminin Ar-Ge çalışmalarına daha fazla para harcamaları gerektiğini göstermektedir.
Diğer taraftan, finansman konusundaki yeni eğilimlere göre üniversiteler, gelirlerinin 1/3’ünü sanayi ile işbirliği yaparak ve bilgi-patent üreterek kendileri üretmelidir. Buna özkaynak oluşturma adı verilmektedir.
Avrupa yükseköğretim sisteminde son yıllarda görülen en önemli reformlardan biri kalite güvencesi ve kalite kontrolü konusunda gerçekleştirilmiştir. Belli standartlar belirlenmiştir. Öğretimin ve araştırmaların kalitesi bu standartlara göre değerlendirilmektedir. Elde edilen sonuçlar akademik kariyer kazanma veya kariyer yükseltmede önemli ölçüde kullanılmaktadır. Buna öz değerlendirme diyebiliriz. Türkiye’de ise öğretimin ve öğretmenin kalitesi henüz objektif olarak değerlendirilmemekte ve bundan ötürü de akademik kariyer kazanımlarında kullanılmamaktadır. Yardımcı doçent veya doçent unvanı verilen akademisyenlerin, öğreticilik yeteneklerine bakılmamakta, sadece bilimsel yayınları dikkate alınmaktadır. Hâlbuki üniversitede ders verecek birisi için öğretme yeteneği son derecede önemlidir. Proje yapmak, araştırma yapmak, yayın yapmak, bilmek ve bildiğini öğretebilmek ayrı şeylerdir. Bütün bunların önceden bilinen belli kıstaslara göre ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Türk yükseköğretimi için kalite kontrolü, kalite güvencesi ve akreditasyon oldukça yeni terimlerdir.
Akreditasyon, kalitenin kurum dışından değerlendirilmesi anlamına gelir. Bu işlem bir kurumun standartlara uygun olup olmadığını ve eğer varsa eksiklerini belirler. Üniversitelerimizdeki bütün birim ve programların akredite olması gerekir. Avrupa’da yeniden yapılandırılma sonucunda, yükseköğretim kurumları faaliyetlerinden dolayı daha hesap verebilir duruma gelmişlerdir. Performansa göre mali destek aldıkları için, performanslarının hesabını vermek zorundadırlar.
3.BÖLÜM
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Türkiye’nin tarihi, coğrafyası ve mevcut potansiyeli hem bölgesel hem de küresel bir büyük güç olmasını gerektirmektedir. Türkiye ABD, Avrupa Birliği, Ortadoğu ve Orta Asya arasında seçkin bir konumda bulunmaktadır. Bu konumu sebebiyle hem dost hem de düşman kazanma ihtimali yüksektir. Tarihin, coğrafyanın, devraldığı kültür mirasının ve mevcut potansiyelinin yüklediği küresel misyonu tam olarak yerine getirebilmesi bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlardan, yazımızın da konusu olan en önemli birisi bilim ve eğitimde ileri ülkelerle başa güreşebilmektir. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında, gerçek anlamda güçlü olan bilgiyi üretip yönetebilen ve dizginleyebilendir. Bilgi üretimi ve üretilen bilginin topluma güç ve refah kazandıracak kıvama ulaşması birinci sınıf eğitimi, birinci sınıf araştırma merkezlerini, birinci sınıf beyinleri ve birinci sınıf üniversiteleri gerektirir. Türk eğitim ve yükseköğretim sistemi henüz birinci sınıf olmaktan uzaktır. Bu konuda ileri ülkelerle aramızdaki açık büyüktür. Yapılacak iş bellidir. Eğitim ve özellikle yükseköğretim sistemini acilen yeniden yapılandırmak…
Bolonya sürecine resmen dâhil olan ve Avrupa Birliğine tam üye olmak için müzakereler sürdüren Türkiye yükseköğretim sisteminde, özellikle yasama düzeyinde bugüne kadar önemli bir yeniden yapılandırma başarısı göstermemiştir. De Boer ve File 2009 tarihli karşılaştırmalı bir araştırmalarında “Türkiye’de son 10 yıl içinde kayda değer bir değişiklik olmamıştır” demektedirler.
Hâlbuki hem anayasanın ilgili maddelerinin hem de 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasasının acilen değiştirilmesi gerekir. Yeni bir üniversiteler yasası çıkarmak için daha önce iki girişimde bulunan hükümet başarısız olmuştur. Başarısızlığın yarısı hükümetin ise diğer yarısı da peşin hükümlerle hareket eden muhalefetin ve muhalif odaklarındır. Hükümet niçin başarısız oldu? 1. Hükümet işi aceleye getirmek istediği için başarısız oldu. 2. Başka ülkelerin yeni yükseköğretim yasası yaparken hangi yollardan geçtiğini araştırmadan, Türk ve dünya üniversitelerinin durumu, dünyadaki yeni eğilimler ve yapılması gerekenler konusunda ehliyetli bilim adamlarına bir rapor hazırlatmadan yasa yapmaya giriştiği için başarısız olmuştur. 3. Böyle bir raporu tartışmaya açarak topluma tanıtma ve öneriler alma ihtiyacı duymadığı için başarısız olmuştur. 4.’Bu yasanın bir harfini bile değiştirmeyiz’ anlayışıyla hareket eden muhalefetin ve muhaliflerin göstereceği direncin derecesini önceden ölçemediği ve onların statükocu tutumlarını kıramadığı için başarısız olmuştur.
Hükümet en kısa süre içinde yeni demokratik ve çağdaş yeni bir anayasa yapmalı ve yeni bir yükseköğretim yasası çıkarmayı başarabilmelidir. Hatta en kısa zamanda ve tek bir maddelik kanun hükmünde kararname çıkararak, rektör seçimiyle ilgili kargaşayı önlemelidir. Üniversitelerimizde çalışan akademisyenlerin çok büyük çoğunluğu da bu beklenti içindedir. Ayrıca, Avrupa Birliğine uyum süreci de zaten bunu gerektirmektedir.
Birinci Sınıf Üniversitenin Özellikleri
Birinci Sınıf Üniversite Nasıl Kurulur?
Gelişmekte olan ülkeler birinci sınıf üniversitelere sahip olmayı önemli bir milli strateji olarak kabul ederler. Ancak, böyle bir amaca ulaşabilmek için, gerçek üniversitenin, üniversite ruhunun, üniversitenin üniversal değerlerinin ve üniversite misyonunun tüm ilgililerce kavranmış olması gerekir. Birinci sınıf üniversitenin önemli özellikleri ve nasıl kurulabileceği, herhangi bir üniversitenin nasıl birinci lige çıkabileceği İsviçre’den Çin’e – Japonya’ya, Avustralya’dan ABD’ye kadar çok sayıda ülkede tartışılan, araştırılan, konferanslarda ele alınan ve üzerinde yayın yapılan önemli bir konudur. Şimdi hem birinci sınıf üniversitenin özelliklerini hem de “birinci sınıf üniversite nasıl kurulur? Sorusuna verilen cevapları birlikte gözden geçirelim:
1. En iyi öğrencilere sahip olmak: İleri ülkelerdeki üniversiteler üç şeyi elde etmek için yarışırlar: En iyi öğrenci, en iyi öğretim üyesi ve en çok para. Sadece yurt içinden değil, diğer ülkelerden de çok sayıda iyi öğrenci bir üniversiteyi tercih etmelidir. En iyi öğrenciyi çekebilecek bir üniversite, diğer özellikleri bakımından da en iyi olmalıdır. Birinci sınıf üniversite Kabul edeceği öğrencinin sadece başarısına ve yeteneğine bakar. Düşüncesine, ırkına, inancına ve giyim-kuşamına değil.
2. En iyi öğretim elemanlarına sahip olmak: Üniversite para, bina ve yöneticilerden ibaret değildir. Laboratuvarlarında araştırma yapan ve dersliklerinde ders verenler, Dünyanın en tanınmış ve en saygı duyulan bilim adamları olmalıdır. Üniversiteye öğretim elamanı alınırken sırf kapasitelerine, beyinlerine ve başarılarına bakmak gerekir. Yani, hem öğrenci hem de öğretim elemanı temini tamamen serbest rekabet kurallarına göre olmalıdır. İnanç, siyasi düşünce, cinsiyet, ırk, akrabalık ve rektör seçimlerinde verebileceği oya göre eleman alan üniversiteler ve bu üniversitelere sahip olan ülkeler birinci lige çıkamazlar. Üniversiteler süper liginin en tepesinde bulunan Harvard Üniversitesinde “sürekli kadro, kişinin doğru bildiğini öğretme hakkını, bilimsel ve diğer konularda çoğunluğun hoşuna gitmeyen şeyleri savunma hakkını, kendi anladığı biçimiyle bilgi ve düşüncelere dayanarak, hiç kimse tarafından cezalandırılma korkusu olmadan hareket etme hakkını güvence altına alır”. Geri kalmış ülkelerde değil çoğunluğun, bazen bir azınlığın bile hoşuna gitmeyecek şeyler savunulamaz. Böyle bir ortamda çok iyi öğretim elemanı barınabilir mi?
3. Yeter miktarda finansman imkânı elde etmek: Para tek başına bir anlam ifade etmese de, diğer öğelerle birlikte mutlaka bulunası gerekir. Amerika Birleşik Devletleri gayri safi milli hâsılanın % 2,7’sini, Avrupa Birliği ülkeleri ise ancak % 1,1’ini yükseköğretime ayırıyorlar. Amerikan üniversitelerinin öğrenci başına harcadıkları para, Avrupa Birliğindekine göre 2–5 kat daha fazladır. İşte bu nedenle ABD’de sınıflar daha küçük, öğretim üyeleri daha iyi ve araştırmalar daha kaliteli olmaktadır. Araştırma projelerine para desteği, hükümete, rektöre veya üniversite üst yönetimine yakın olma esasına göre değil, ilgili alanda otoriter ve tarafsız bilim adamlarının raporlarına göre ve tamamen serbest rekabet yoluyla sağlanmalıdır.
4. Açık bir misyona sahip olmak: Birinci sınıf her üniversitenin açık, belli ve ilan edilen bir misyonu vardır. Bu misyon, eğitim, öğretim, araştırma ve hizmetle ilgilidir. Ulus devletin ideolojik organı olan ve kendisine misyon olarak bunu seçen veya kendisine böyle bir misyon yüklenen kurumlar birinci sınıf üniversite olamazlar.
5. Akademik özerklik: Bir üniversitenin kalitesi ile akademik özerklik arasında doğrusal ilişki vardır. Akademik özerklik konusunda, sadece üniversite ile hükümetler arasında değil, üniversite ile devletin tüm kurumları arasında tam bir anlaşma ve anlayış birliği olmalıdır. Bu husus yükseköğretim yasasıyla da garanti altına alınmalıdır. İleri ülkeler bunu üniversite ile devletin diğer kurumları arasında oluşturulan tarafsız-tampon kurumlar aracılığı ile de garanti etmişlerdir. Tampon kurumlar, kalite kontrolü, değerlendirme, hesap sorma, finansal desteği dağıtma v.s. yoluyla görev yaparlar. Henüz gelişmekte olan ülkelerde, akademik özerklik hayatın ve kültürün bir parçası haline gelmemiştir.
6. Akademik (özgürlük) hürriyet: Akademik hürriyet akademik özerklik ile ilişkili fakat ondan ayrı bir kavramdır. Akademik hürriyet, bilim adamlarının araştırma, yayın ve ders anlatmada hür oldukları ve bu haklarını kullanırken, çalıştıkları kurumun içinden veya dışından denetime ve sansüre tabi tutulmamaları anlamına gelir. Akademik hürriyet üniversitenin adeta ruhu ve canlılığıdır. Akademik hürriyetin olmadığı bir kurum ölü sayılır. Ölülerden birinci sınıf üniversite olmaz. Elbette mutlak manada akademik özerklik olmadığı gibi, mutlak manada akademik hürriyet de yoktur. Bu iki hak sorumluluk ve hesap verebilirlik ile dengelenmelidir.
7. Uygun ve çekici bir yerleşim yerinde bulunmak: Birinci sınıf üniversite, bulunduğu coğrafik şartlar itibariyle de hem öğrencileri hem de öğretim elemanlarını cezp edici olmalıdır. Ulaşım, iklim şartları, barınma, beslenme, dinlenme gibi sosyal ihtiyaçların temininde kolaylık son derece önemlidir. Üniversite kampusları, kampus girişleri, binaları, derslik ve laboratuvarları, üniversite havasını verebilmeli, estetik, ekonomi ve ekoloji bakımından yetersiz olmamalıdır. Tek katlı, biçimsiz, yıkık-dökük, dışı gibi içi de boş olan binalarda üniversite eğitimi olmaz. Rosovsky’ye göre “bir üniversite kampüsü denince, hayalimizde ağaçlar, yeşil çimenler ve gösterişli binalar canlanır. Amerikan mimarisinin en iyi örneklerinden önemli bir bölümü, kampuslarda bulunur.”
8. Marka olmak: Üniversiteler süper liginde yer alan kurumlar artık birer marka olmuşlardır. İlgililer tarafından, güvenilen, aranan, özlenen, kalitesine ve yararına inanılan birer marka…
9. Uluslararası özellik kazanma ve akademik hareketlilik: Çağdaş üniversiteyi şekillendiren unsurlardan birisi küreselleşmedir. Harvard gibi ilk sıralarda bulunan üniversitelerde okuyanların ve ders verip araştırma yapanların, neredeyse yarısı dışarıdan, başka ülkelerden gelen insanlardır. Harvard’da sürekli kadroya alınanların ancak % 10’u kendi mezunlarıdır. Birinci sınıf üniversiteler içten beslenmeyi en aza indirmişlerdir. Belli bir dalda Dünyada kim en iyi ise onu arayıp takıma kazandırmaya çalışırlar. Ayrıca, hem öğretim üyeleri hem de öğrenciler, eğitim-öğretim, bilgi artırma, bilgi aktarma ve araştırma amacıyla sık sık başka ülkelere ve başka üniversitelere giderler.
10. Alt yapı ve araç-gereç: “Kem alet ile kemalat olmaz” şeklinde iyi bir atasözümüz vardır. Ancak, genelde bu sözün gereğini yapmayız. Sadece bina yapmakla veya derme çatma bir bina bulmakla üniversite kurmaya çalışırız. En son teknik imkânlara sahip olamayan ve onları verimli bir biçimde kullanmayan bir kurum birinci sınıfa terfi edemez.
11. Kalite güvencesi: Üniversitenin başlıca ürünü bilgi, mezunlar, hizmet ve patenttir. O nedenle, bilgiye dayalı ekonomi ve ekonomik yarış açısından üniversitenin önemi büyüktür. Üniversitenin önemli görevlerinden birisi eğitim-öğretimin kalitesini sağlamak, sürdürmek ve artırmaktır. Bu maksatla öz değerlendirme, kalite güvencesi ve dışarıdan kalite kontrolü sistemleri gerçekleştirilmelidir. Özet olarak, eğitim-öğretim, araştırma ve yönetim periyodik olarak değerlendirilmeli, kalite kontrolü yapılmalı ve daha da önemlisi bu konuda kurumsallaşma sağlanmalıdır.
12. İyi yönetişim, iyi yönetim ve kaliteli lider: Üniversitede yönetim ve liderlik, üzerinde çok tartışılan konulardandır. Sevk ve idare konusunda en yeni eğilim profesyonel yönetim ve profesyonel yöneticiliğe doğrudur. Daha önce hiçbir yöneticilik eğitimi ve deneyimi olmayan akademisyen, genelde üniversite üst yönetiminde başarılı olmamakta ve hatalarını gizlemek için saklanacak siperler aramaktadır. Amerika’da profesyonel üniversite liderinin en önemli iki işi vardır. Birincisi, eğitim ve araştırma için daha çok para bulmaktır. Bu konuda liderler arasında bir yarış vardır. Çünkü kim çok para bulursa onun üniversitesi bir adım önde olacaktır. İkincisi de Dünyanın en iyi araştırıcı ve öğreticilerini kurumlarına kazandırabilmek için uğraşmaktır. Onların, Liberalleri veya Cumhuriyetçi partiyi tercih edenleri toplama gibi bir düşünceleri veya yandaş arayıp bulma gayret ve endişeleri yoktur. Aslında, sanılanın aksine, böyle bir yetkileri de bulunmamaktadır. Çünkü iyi bir üniversite siteminde yetki ile hesap verebilirlik dengelenmiştir. Ayrıca, ileri ülkelerde hiç kimse, her ne sebeple olursa olsun, yetkisini aşarak hata yapanın, görevini k.tüye kullananın, üniversitede çalışanları yandaşlar ve düşmanlar diye ikiye bölenin sırtını sıvazlamaz. Rosovsky bu konuyu “ ben, bir okulun kalitesi ile yöneticilerin denetimsiz yetkileri arasında negatif korelasyon olduğu kanısındayım” diye özetlemektedir (50).
13. Çağdaş program ve müfredat: Müfredat, bir üniversitenin misyonu ve stratejik planı dikkate alınarak, hem kapsam, hem de çeşitlilik bakımından çevrenin, toplumun ve tüm insanlığın ihtiyaçlarına göre hazırlanmalı ve gerektikçe yenilenmelidir. Ansiklopedik bilgileri ezberletme yerine öğrenmenin öğretilmesi ve öğrenilenin hayata tatbiki hedef alınmalıdır.
14. Mezunların desteği: Birinci sınıf üniversitelere mezunlarının desteği çok büyüktür. Mezunlar ve mezunların kurduğu dernek veya vakıflar, maddi kaynak bulma, üniversiteyi temsil edip tanıtma, mütevelli heyeti ve akademik yönetimi destekleyip gözetme, kısaca üniversiteye sahip çıkma gibi görevleri yerine getirirler.
15. Bilişim teknolojisini en yüksek düzeyde kullanmak: Birinci sınıf üniversite, eğitim-öğretim ve araştırmalarında en son bilişim teknolojini yaygın olarak kullanabilen bir kurumdur.
4.BÖLÜM
YÖNETİMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI
YÖK ve Üniversitelerarası Kurul
YÖK kurulduğundan beri tartışma konusu olmuştur. Haklı eleştirilerin yanında daha çok haksız eleştirilere uğramıştır. Hatalarının yanında çok önemli yeniliklere ve atılımlara öncülük etmiştir. Bir ihtilalin ürünü olması ve aşırı yetkileri ile katı hiyerarşi yapısı en olumsuz yanlarıdır. Ancak, son dört yılda çağdaş üniversiteye yakışır bir yükseköğretim yasası taslağı hazırlamamış olması ve tam dört yıl biterken bu konuda, mahiyeti dışarıya pek sızdırılmayan bir çalışmanın içine girmeye çalışması hafife alınacak bir eksiklik sayılmamalıdır.
Öneriler
1. Hem Avrupa Birliği ülkelerinin hem de OECD üyesi diğer bazı önemli ülkelerin anayasalarında YÖK benzeri bir kuruluş ve rektör seçimi veya ataması ile ilgili ifade yoktur. Bu nedenle YÖK’ün mevcut yapısı, yani 130, 131 ve 132. maddeler anayasadan tamamen çıkarılmalıdır.
2. YÖK daha çok planlama ve denetim yapan bir kurum olmalıdır. Hükümet ile üniversiteler arasında köprü görevi görmelidir. Yetkilerinin önemli bir kısmı üniversitelere devredilmelidir. Mesela, akademik elemanları işe alma ve işten çıkarma, akademik yapı ve ders içeriğini belirleme, bütçe harcama, alınacak öğrenci sayısını belirleme gibi yetkiler tamamen üniversitelere devredilebilir.
3. YÖK üyesi olabilmenin kıstasları yeniden düzenlenmeli. Bir rektörde aranacak yetenek ve özelliklerden daha fazlası YÖK üyelerinden de istenmelidir. Özellikle son 4 yıl içinde siyasi parti üyesi olmama veya siyasi partiden aday olmamış olmak gibi önemli yeni kıstaslar getirilmelidir. Böyle bir düzenleme hem akademik etik, hem uluslararası akademik gelenek hem de günlük politikaya karşı üniversitenin tarafsızlığını koruma açısından son derece önemlidir.
4. YÖK üyeliğinin ve YÖK Başkanlığının süresi 6 yıl olmalı ve sadece bir dönem sürmelidir.
5. Bir insan aynı süre içinde hem rektör hem de YÖK üyesi olmamalıdır.
6. Aşırı merkeziyetçi yapı törpülenerek düzeltilmelidir.
7. Mevcut hukuki yapıya göre, 21 üyeden oluşan YÖK’ün 7 üyesini Cumhurbaşkanı doğrudan atıyor. Diğer üyelerden 7’si hükümet tarafından ve 7’si de üniversitelerarası kurul tarafından seçilerek önerilen adayların cumhurbaşkanlığınca atamasıyla oluşuyor. YÖK başkanı da YÖK üyeleri arasından yine cumhurbaşkanlığı tarafından belirleniyor. Uygulamaya gelince, rektörlerden ve birer üniversite temsilcisinden oluşan Üniversitelerarası Kurul YÖK’e üye seçimini hür iradesinden çok yukarıdan gelen istek ve işaretlere göre yapmak zorunda kalıyor. İnsana sormazlar mı “mevcut yasaya uymayacaksan niçin değiştirme girişiminde bulunmuyorsun? Yasanın başka kurumlara tanıdığı yetkiye niçin müdahale ediyorsun? Aracılara, niçin “o üyeleri belirlemek benim yetkimde değildir ” demiyorsun?
8. Üniversitelerarası Kurul, mevcut hantal yapısı nedeniyle görevlerini yerine getirmekte zorlanmaktadır. Üye sayısını azaltıcı bir yol bulunabilir.
Üniversite Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması İçin Öneriler
1. Yükseköğretimin y eniden yapılandırılması süreci içinde başarılması gereken ilk iş, üniversiteleri verimsizleştiren, eğitim, öğretim ve araştırma huzurunu bozan mevcut rektör seçim sistemine son vermek ve bir an evvel atama sistemine geçmektir. Çağdaş yükseköğretim sistemlerinde rektör artık seçimle iş başına gelmemektedir. Fransa gibi seçimin olduğu ülkelerde de seçime bütün öğretim üyeleri değil, belli kurullar katılmaktadır. Bu kurulların üye sayısı tüm öğretim üyelerinin 1/20’sinden daha azdır.
Türkiye’de halen uygulanan rektör seçim ve atama sisteminin en az sekiz önemli kusuru ve zararı vardır:
a. En yetenekliyi seçme imkanını vermemektedir.
b. Bilim-eğitim ve hizmet için harcanması gereken akademik zamanın kaybına neden olmaktadır.
c. Önemli ölçüde verim kaybı olmaktadır. Seçim yılında üniversitelerin akademik başarılarında önemli ölçüde düşüş olduğu araştırmaya değer bir konudur.
d. Araştırma-geliştirme ve insanlığa hizmet heyecanını söndürmektedir.
e. Kutuplaşmaya-kamplaşmaya ve kargaşaya sebep olmaktadır.
f. Oy artırma istek ve endişesiyle kadrolaşma olmakta ve kaliteye önem verilmemektedir.
g. Daha az oy alanların atanması sürekli huzursuzluğa yol açmaktadır.
h. Grupların ve guruplaşmaların oyuyla seçilip atanan rektör, diyet ödeme ihtiyacındadır. Yönetim kadrosunu kurarken kendisine oy desteği veren çevrelerin önerileri doğrultusunda hareket edecektir. Sonuçta’bir üniversitede en bilgililerin daha çok söz hakkına sahip olmaları gerekirken’ kazanan adaya oy verenlerin söz hakkı daha fazla olacaktır.
2. Rektör olmak için profesör olmanın yanında başka kıstaslar da konmalıdır. Deneyim, (profesörlükte 4–5 yılını doldurmuş olmak), son 4 yılda bir siyasi partiye üye olmamış veya siyasi partiden aday olmamış olmak gibi önemli kıstaslar getirilmelidir. Adayların yöneticilik eğitimi ve deneyimi ile akademik başarıları ve toplumla iletişim kurma yetenekleri de tercih nedeni olmalıdır. İlin iktidar partisi milletvekilleri, özellikle hemşerileri olan birisinin, yani o ilde doğmuş ve büyümüş bir akademisyenin rektör olarak atanması için çaba göstermektedirler. Hâlbuki rektörün aynı ilden ve hatta aynı üniversiteden olmaması, tarafsızlığını koruması ve üniversiteye yararlı olması açısından daha önemli ve gerekli bir husustur. Rektör olma kıstasları arasında böyle bir maddenin bulunması yararlı olacaktır.
3. Rektörler bir dönem için ve 5–6 yıl süreyle işe gelmelidir. Üst üste iki kez seçilme veya atanma imkânı, ancak bazı özel şartlarla birlikte devam edebilir. Mesela, seçimin kalktığı ve atama sisteminin getirildiği bir durumda, ayrıca rektörlükten önce ve rektörlük süresi bittikten sonra 4’er yıl politika yasağı konduğu takdirde, üst üste iki kez atanma imkânı verilebilir. Daha özerk ve daha özgür bir üniversite için böylesi bir düzenlemeye mutlak ihtiyaç vardır.
4. Üniversitenin senato, dekanlık gibi diğer organlarındaki yenilenme, üst yönetimdeki yenilenmeye bağlı olarak düzenlenebilir.
5. Üç büyük şehirdeki bazı üniversitelerde, teşkili ve görevleri bakımından Avusturya’dakine benzeyen bir “mütevelli heyet” sistemi 4 yıl süreyle denenmeli, başarılı bulunursa yavaş yavaş yaygınlaştırılmalıdır. Son yıllarda Avusturya’nın yanında Danimarka, Hollanda ve İngiltere gibi bazı Avrupa ülkelerinde de yasayla mütevelli heyet benzeri kurullar oluşturulmuştur.
6. Rektörün göreve gelişi ve gerektiği durumda görevden alınmasıyla ilgili yöntemin yasal temeli çok açık ve kesin olarak belirlenmelidir. Görev süresi dolan rektör ve YÖK üyeleri en az dört yıl süreyle bir siyasi partiye üye olmamalı ve seçimlerde bir siyasi partiden aday gösterilmemelidir. Rektör ve YÖK üyesi olmak isteyenlerin başbakana ve cumhurbaşkanına aracı bulmak için koşuşturduğu bir ülke olmaktan kurtulup, YÖK üyeliği ve rektörlük için en ehliyetli insanları arayıp bulacak çağdaş sistemleri geliştiren başbakanlık ve cumhurbaşkanlık sistemine sahip bir ülke haline gelmemiz gerekir.
7. Mecburiyet olmadıkça, aynı akademisyen birden çok üst kurulun üyesi olmamalı ve birden fazla idari görev kendisine verilmemelidir. Halen aynı zamanda hem rektör hem YÖK üyesi olanların yanında hem YÖK üyesi hem de yüksek bürokrat olanların varlığı bilinen bir şeydir. Bu durum en azından yönetim etiği açısından sakıncalıdır.
8. Doçentlik ve profesörlük üniversiteye has olan ve üniversitede ders verme yetkisini kazandıran unvanlardır. Üniversitede bilfiil çalışmamış olanların, kâğıt üzerinde kalan, fiiliyatı olmayan uygulamalarla bu unvanları elde etmeleri ve sonra da en üst yönetici durumuna yükselmeleri engellenmelidir.
9. Akademisyenlerin .zlük hakları iyileştirmeli ve böylece en iyilerin akademi yolunu seçmeleri teşvik edilmeli.
Üniversite Organizasyonu İçin Öneriler
Bütün üniversitelerin aynı yapıda olması gerekmediği gibi, hepsinden aynı işi ve aynı verimi beklemek de yanlıştır. Üniversiteler arasında uzmanlaşma teşvik edilmelidir. Sağlık, sosyal, eğitim, sanat, araştırma veya mühendislik ağırlıklı üniversitelerin oluşması hem verimliliği hem de kaliteyi artırabilir. Yeni yüksekokul, yeni fakülte ve yeni program açmanın objektif dayanakları bulunmalıdır. Bir üniversitede sırf “bizde de olsun” anlayışı ve bu anlayışa dayalı politik isteklerle yeni programlar açılmamalıdır.
1. Mevcut üniversitelerin önemli bir bölümü “meslek üniversitelerine dönüştürülmeli. Bu üniversitelere bağlı iki-dört yıllık yüksekokullarda meslek eğitimi verilmeli. Meslek eğitiminin önemli bir kısmı firma-fabrika içinde gerçekleştirilmelidir. Piyasanın ihtiyaç duyduğu yetenekli iş gücü ancak bu yolla karşılanabilir.
2. Meslek üniversitelerinde öncelikle çevrenin ihtiyaç duyduğu ve yakın gelecekte ihtiyaç duyacağı alanlarda eğitimli insan gücü yetiştirilmeli.
3. Meslek üniversitelerinde doktora yapma mecburiyeti olmamalı, eğitim-öğretimi uzman öğretim görevlileri vermeli. Özellikle 2 yıllık yüksekokul hocalarının doçent ve profesör olma ve hatta doktora yapma endişeleri olmamalıdır. Bu okulların müdürleri de yetenekli öğretim görevlileri arasından seçilebilir.
4. Her birimin standart akademik kadrosu (yardımcı doçent, doçent, profesör ve diğerleri) belirlenmeli ve standart sayı korunmalıdır. Böylece belli devlet üniversitelerinde akademik yığılma önlenmiş ve kadro bulamayanların, diğer üniversitelere doğru hareket etmeleri sağlanmış olacaktır.
5. Üniversite binalarının hem dıştan hem de içten görünüşleri, ileri ülkelerdeki çağdaş örneklerle boy ölçüşebilir nitelikte olmaları sağlanmalıdır. Üniversite binaları ve bütün fiziki mekanları ekonomi, ekoloji ve estetik özellikleri bakımından çağdaş Türk mimarisinin en iyi örnekleri olmalı ve gelecekte de ihtiyaca cevap verebilecek şekilde planlanmalıdır. Yıkık-dökük, eski, sağlıksız, estetikten yoksun ve bugünün ihtiyacına bile cevap vermeyen yapıların kapılarına “üniversite” veya “fakülte” tabelaları asılmamalıdır.
Temel Bilimlerin Acıklı Durumu
Hiç şüphesiz çağımız temel fen bilimlerinin yani fizik, kimya, biyoloji, temel tıp bilimleri, jeoloji ve matematiğin damgasını taşımaktadır. Son yüzyılda insanlığa maddi refahı ve hemen her türlü modern ihtiyaç vasıtalarını sağlayan şey temel fen bilimleri alanındaki gelişmelerdir.
Teknolojideki gelişmenin temelinde fen bilimleri yer almaktadır. Endüstrinin doğması, büyümesi, ürün verip gelişmesi ancak ve ancak yeterli temel fen bilimleri potansiyelinin varlığına bağlıdır. Baş döndürücü bütün mekanik-optik ve elektronik araçların icadı bunların yeniden yapılması, geliştirilmesi, kullanılması ve bakımı ile ilgili pratik meslekler temel fizik, kimya ve matematik bilgisinin tatbikat sahasındaki uzantılarıdır. Ziraat mühendisliği, veterinerlik, eczacılık, dişçilik ve nihayet revaçta olan tıp bilimlerinin temelinde biyoloji ve biyolojinin bir parçası olan temel sağlık bilimleri vardır.
Fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi ana temel bilimler öğrenci yokluğu sebebiyle tamamen kapanma durumuna gelmiştir. Birinci sınıf öğrencilere eğitim-öğretim vermesi gereken bu önemli alanlara acilen sahip çıkmak gerekir. Belirtilen programlar arasında güçlü bir entegrasyon kurmak, çağdaş müfredatlar oluşturmak ve bu alanları tercih edilir hale getirmek gerekir. Temel bilimlerin cazibesini sadece burs vererek artıramayız. Temel bilimlerin problemlerini çözecek yasal düzenlemeye ihtiyaç vardır. Büyük şehirler dışındaki üniversitelerde bulunan temel bilim programlarına öğrenci alınmamalıdır. Bu üniversitelerde temel bilimci öğretim üyeleri alanlarıyla ilgili servis derslerini vermekle görevlendirilmelidir. Temel bilimler, alt yapısı, öğretici ve araştırmacı kadrosu çok iyi olan üniversitelerde yeniden canlandırılmalıdır. Sınıf mevcutları 30-40’ı geçmemelidir. İkinci öğretimi olmamalıdır. Bu bölümlerde araştırma ile öğretim iç içe yürütülmeli ve hem öğrenciler hem de öğretim üyeleri maddi-manevi yönden motive edilmelidir. Nihayet yeni oluşturulan temel bilim programlarından mezun olanlara, pedagojik formasyon kazandırılarak liselerde öncelikle öğretmen olma hakkı verilmelidir.
Doçentlik
Avrupa üniversiteleri tarihine bakıldığında, bir genç akademisyen için ’doçent’ unvanının, üniversitede ders verme hakkı ve yetkisi anlamına geldiği görülür. Doçent unvanıyla ilgili düzenleme yapılırken bu husus unutulmamalıdır. Doçentliğe başvurabilmek için en azından son iki yıl bir üniversitede bilfiil (kâğıt üstünde değil) çalışmış olma şartı getirilmelidir. Doçentlikle ilgili düzenlemeler için aşağıda alternatifli öneriler sunulmuştur.
Yurtdışında alınan unvanların denkliği Üniversitelerarası Kurulda ve bu kurula bağlı alt komisyonlarda görüşülerek karara bağlanmaktadır. Hâlbuki yurtdışında doçent unvanı almak için bir dil sınavından başarılı olma ve 5 profesörün karşısında sözlü bilim sınavından geçme gibi kıstaslar yoktur.
Doçentlik İçin Öneriler
1. Alternatif: Doçentlikle ilgili tüm işlemler, profesörlükte olduğu gibi ilgili üniversiteye bırakılmalıdır.
2. Alternatif: Doçentlik işlemleri ilgili dalda 3 ve daha çok profesörü bulunan üniversitelerde başlatılıp bitirilmelidir.
3. Alternatif: Yabancı dil sınavı doktora dönemine çekilmeli ve sübjektifliğinden yakınılan sözlü sınavı kaldırılmalıdır.
4. Alternatif: İlla da bilim sınavı yapılmak isteniyorsa aynı dönemde aynı dallardan başvuranlar için ortak-merkezi bir yazılı sınav yapılmalıdır.
5. Alternatif: Dosya değerlendirme mevcut şekliyle sürdürülmeli, sonraki işlemleri ilgili üniversite yürütmelidir. Üniversite doçenti unvanını alanlara kadroya atamada yürütülen işlemler kolaylaştırılmalı ve deneme dersinde başarılı olma şartı getirilmelidir.
5.BÖLÜM
ARAŞTIRMA ALANININ YENİDEN YAPILANDIRILMASI
Birinci sınıf araştırma birinci sınıf doktora eğitimiyle başlar. Bütün üniversitelerin araştırma ağırlıklı olması beklenmediği gibi, bütün üniversitelerin veya bir üniversitenin bütün programlarının doktora diploması vermeleri de beklenmemeli ve hatta istenmemelidir.
Öneriler
1. Doktora unvanını almak için gereken çıta yükseltilmeli. Doktora sonrası eğitim-öğretimi (en az iki yıl), başka bir üniversitede tamamlama mecburiyeti getirilmelidir. Doktora veya uzmanlıktan sonra bu eğitimi başarıyla tamamlamayanların yardımcı doçent veya doçent olma yolları kapatılmalıdır.
Tıp fakültelerinde sürdürülen uzmanlık programlarının doktoraya paralel hale getirilmeli ve TUS’la alınan uzmanlık öğrencilerine doktora eğitimi yaptırılmalıdır. Doktora eğitimini Sağlık Bakanlığının kabul etmiyor olması ve uzmanlık eğitimin de yurt dışında çok geçerli olmaması sistemin önemli problemlerinden birisidir. Bu problem mutlaka çözülmelidir.
2. İçten beslenmeyi tamamen durdurmalı veya çok istisnai durumlarda bazı üniversitelerinde belli ölçüde izin verilmelidir. Bütün hayatı sadece bir şehirde ve o şehirdeki üniversitede geçen bir akademisyenden dünya ölçüsünde başarı beklemek bir hayaldir. Akademik hareketliliği artırmanın çok önemli bir yolu da içten beslenmeyi önlemektir. Doktora çalışmasını tamamlayan genç akademisyenin yurt dışı ve yurt içindeki başka üniversitelere gitmeleri teşvik edilmelidir.
3. Patent almayı daha ileri ölçüde teşvik etmek ödülleri patentin önemine ve değerine göre artırmak gerekir.
4. Dünya üniversiteleri sıralamasında ilk 100’e girecek 5–10 birinci sınıf üniversite oluşturmak milli bir görev sayılmalıdır. Milletler arası amansız ekonomik yarışta başarılı olmak, sürdürülebilir bir kalkınmayı sağlamak ve refah toplumunu gerçekleştirmek için olmazsa olmaz şartların başında birinci sınıf üniversitelere, araştırma kurumlarına ve lokomotif bilim insanlarına sahip olmak gelir.
Şanghay 2008 bulgularına göre üniversitelerinin kalitesi bakımından Türkiye Şili, Portekiz ve Slovenya ile birlikte 37–40. sırada bulunmaktadır. Türkiye için 40. sırada olmak övünülecek bir durum değildir. Son yıllarda biraz daha 400-500’lü sıraya yükselen üniversitelerimiz vardır. Ancak birinci sınıf üniversitelere sahip olmadıkça daha iyi bir yere yükselmemiz mümkün görülmemektedir. Genel olarak, Şanghay sıralamasında ilk 50’ye girenlere birinci sınıf üniversite denmektedir. Bize göre ilk 100’e girenlere de birinci sınıf üniversite denebilir.
İlk 100’e girebilecek lokomotif üniversiteye sahip olabilmek için belli yasal alt yapının, plan ve programların olması gerekir. Akşamdan sabaha böyle bir üniversiteyi elde etmek mümkün değildir. Kararlı iradeye, mükemmel stratejik plana, çeşitli alanlarda iyi yetişmiş birinci sınıf beyinlere, fiziki alt yapıya ve yeterli maddi desteğe ihtiyaç vardır.
Birinci sınıf üniversiteleri sayesinde ABD dünyanın en iyi beyinlerini cezp edebilmekte ve böylece ekonomik ve politik gücünü daha da artırmaktadır. ABD’nin ekonomide, politikada, dış politika ve savunmadaki üstünlüğü, üniversiteler süperliğini oluşturan birinci sınıf eğitim-öğretim ve araştırma kurumlarına sahip olması sayesindedir. Alman Şansölye Helmut Schmidt “Alman üniversiteleri Dünyanın en iyileri iken Almanya da Dünyanın en güçlü ülkesiydi ” diyerek bu gerçeğin farkında olduğunu vurgulamıştır.
5. Birinci sınıf araştırma-yoğun üniversiteyi kurup yaşatabilmek için öncelikle yasal alt yapının yeterli olması gerekir.
6. Gençliğin Bilim Hedefine Koşması Teşvik Edilmeli. Lokomotif bilim adamları ve lokomotif üniversitelere sahip olabilmek için yapılması gereken ilk ve en önemli iş okul çağındaki gençlerin ve hatta bütün toplumun bilim hedefine koşmasını teşvik etmektir. Daha orta öğretimden başlamak üzere, gençliği bilim amacıyla coşturmak ve bütün milletin ihtirasla bilime sarılmasını sağlamak gerekir. En zeki ve üstün yetenekli gençler, çok para getirecek meslekleri değil, milletimize iyi bir gelecek ve itibar kazandıracak araştırma alanlarını seçmelidirler. Bu konuda yazılı ve sözlü-görüntülü basına ve yazarlarımıza büyük görevler düşmektedir. Çünkü basınımız bilime ve bilim haberlerine daha çok yer verdikçe, bilim yolunu seçecek gençlerin sayısı artacaktır.
Türkiye’deki üniversite sayısı pek yakın bir süre sonra 200’e ulaşacak, Ar-Ge merkezlerinin sayısı da artacaktır. Bütün bunlardan daha önemli olanı bir tane birinci sınıf üniversiteye sahip olmaktır.
7. Özel sektörün Ar-Ge için, gerçek anlamda ve daha çok para ayırtması teşvik edilmelidir.
8. Üniversite-sanayi işbirliğinin kapasitesi ve verimi arttırılmalıdır. Üniversite sanayi arasında bilgi, teknoloji ve öğretici değişimine hız kazandırılmalıdır.
9. Üniversitenin her alandaki verimliliği sürekli olarak ölçülmeli ve açıklanmalıdır.
10. Bilgi transferine, yenilenmeye ve teknoloji geliştirmeye yönelik yüksek lisans ve doktora programlarına olan destek artırılmalıdır.
11. Fikri mülkiyet haklarının daha güvenli bir ortama kavuşması için gerekli önlemler alınmalıdır.
12. Yurt içi ve yurt dışı akademik hareketliliği artırmak için daha etkili önlemler alınmalı. Yurt içi ve özellikle yurt dışı ortak-multidisipliner projelerin artırılması için gerekli düzenlemeler yapılmalı.
13. Bir başka üniversitede doktora sonrası eğitim-araştırma yapma zorunluluğu (2–4 yıl) getirildiğinde doçentlik bilim sınavı kaldırılabilir. Onun yerine doçentlik unvanı verecek üniversite, adayın yayınlarını yeterli bulduğunda deneme dersinden başarılı olma şartını koyabilir.
14. Akademik değerlendirmeklerde Türkçe yayınların katkısı artırılmalıdır.
15. Doktora için yurt dışına öğrenci göndermek gerekli ancak yeterli değildir. Öğrenciler, herhangi bir üniversiteye değil, kendi alanlarında dünyanın en iyi 20 üniversitesine gönderilmeli. Dışarıya gönderilenlerin birer lokomotif bilim adamı olmalarını sağlayacak önlemler alınmalıdır.
16. Birinci sınıf, seçkin-lokomotif bilim adamlarının yönetiminde, üniversitelerin içinde ve dışında öncü-örnek bilim ve araştırma birimleri, birkaç birimden oluşan araştırma enstitüleri, hatta büyük merkezlerin yakınında araştırma üniversiteleri kurulmalıdır. Bu tip üniversitelerde çalışabilecek yetenekte olanlar için bir “araştırma profesörlüğü” kadrosu ihdas edilebilir.
17. Türkiye’de ön lisans ve lisans öğrencilerine haftada 40–45 saat ders okutan öğretim üyeleri vardır. Bu kadar ağır yükü taşıyan insanların, ayrıca lisansüstü derslerini verip, aynı süre içinde orijinal tez çalışması yaptırmalarını, uluslararası araştırmalar yapmalarını ve patente veya ürüne yönelik çalışmaları başarmalarını beklemek bir hayaldir. Değil haftada, bir yarıyılda 40 – 45 saat ders yükü olan İsviçreli bir profesörün “bu dönem ders yüküm çok, galiba bir araştırma yapamayacağım” dediğini hatırlıyorum. Ayrıca, mükemmel bir fiziki alt yapı, motivasyon, yeterli maddi destek ve nihayet huzurlu bir çalışma ortamı olmadan araştırma, bilgi üretme ve eğitim kalitesini artırma yarışında yeterli olmak mümkün değildir.
Türkiye Ulusal Programı ve Türk Yüksek Öğretiminin Geleceği
Türkiye Ağustos 2008’de’Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’ başlıklı 410 sayfalık bir taslak programı açıklamıştır. Taslakta yükseköğretime verilen yer ve önem tartışılmalı ve geliştirilmelidir. Taslakta Türkiye Eğitim ve Gençlik Ajansı Başkanlığı ile ilgili yapılacak düzenlemeler vardır. Temel reform alanlarından eğitim konusu Taslağın 19 ve 20. sayfalarında bulunmaktadır. Ancak bu bölümde yükseköğretimin yeniden yapılandırılması ve yeni bir üniversite yasasının çıkarılmasıyla ilgili bir kayıt yoktur. Eğitim bölümünde üniversiteleri doğrudan ilgilendiren cümleler aşağıya alınmıştır:
“Yükseköğretim ve ortaöğretim düzeyindeki mesleki eğitim, program bütünlüğünü esas alan tek bir yapıya dönüştürülecek, mesleki eğitimde, nitelikli işgücünün yetiştirilmesinde önemli yeri olan uygulamalı eğitime ağırlık verilecektir. (…) Üniversite-iş dünyası işbirliği çerçevesinde; rekabetçi ve bilgiye dayalı ekonominin gerektirdiği özellikleri içeren ve araştırma potansiyelinin gelişmesine daha çok katkıda bulunan işgücü eğitimi geliştirilecektir. Teknik personelin nitelikleri konusunda standartlar getirilecek, çeşitli sertifikasyon programları düzenlenerek düzey farklılıkları ortadan kaldırılacaktır.”
Ulusal Program Taslağı yükseköğretimde yapılması gereken yeniden yapılandırma bakımından oldukça kısır ve yetersizdir. Taslak bu haliyle üniversitede önemli bir değişmeyi ve oldukça geç kalınmış bir reformu öngörmemektedir. Çağdaş üniversite konusunu önemseyen bütün çevrelerin bu eksikliğin giderilmesi için seferber olması gerekir.
Vakıf Üniversiteleri ve Öneriler
Vakıf üniversitelerinin sayısı sürekli olarak artmaktadır. Ancak, bu üniversiteler varlıklarını gerçek anlamda vakıf üniversite olmaktan çok, özel üniversite gibi sürdürmektedirler. Bu nedenle, gerekli yasal düzenlemeler yapılarak, kurumların yerli yerine oturtulması daha doğru olur.
1. Vakıf üniversitesi kurmak daha da zorlaştırılmalıdır. Üniversite kuracak vakfın, taşınmaz malvarlığı yanında yeter miktarda nakit parası da olmalıdır. Vakıf bir malı veya mülkü, satılmamak kaydıyla bir hayır işine bağışlamadır. Medeniyetimiz geniş ölçüde bir vakıf medeniyetidir. Bilim çeşmelerinin kaynayıp taşarak insanlığın susuzluğunu gidermesi için büyük ve çağdaş vakıflara ihtiyaç vardır. Bin üç yüzlü yıllarda Türklerin kurduğu vakıflar sayesinde ilimlerin nasıl geliştiğini İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde geniş olarak anlatmıştır.
2. Vakıf üniversitelerinin bilim adamı-akademisyen yetiştirme programına daha fazla katkı yapmaları sağlanmalıdır. İhtiyaç duyacakları akademik kadronun yurt içi ve özellikle yurt dışında yetişmesi için plan-program ve bütçeleri olmalıdır. Devlet üniversitelerince yetiştirilen akademik kadrolara ve emekli öğretim üyelerine, biraz daha iyi imkân vaat ederek varlıklarını sürdürmeye çalışmaları çıkar yol değildir.
3. Vakıf üniversitelerindeki bir programa öğrenci alma izni verebilmek için gerekli kıstaslar yeniden gözden geçirilmelidir. Her anabilim dalında (sağlık bilimleri için) veya her bilim dalında (diğer fakülteler için) kadrolu en az iki öğretim üyesi (doçent ve profesör) bulunmalı ve bunar en az altı aydan beri maaş alıyor olmalıdır. Fiili olarak çalışmaya başlamamış hayali kadroların ve bir kısmı sadece yüksek lisans yapmış gençlerin bulunduğu programlara öğrenci alma yolları kapatılmalıdır.
4. Yeteri kadar maddi gücü, düzenli akarı, taşınır ve taşınmaz mal varlığı olmayan vakıfların küçük, fakat etkili üniversite kurmaları daha uygundur. Bu tip vakıfların çok sayıda fakülte ve her fakültede çok sayıda programı kurmaya çalışmaları yanlıştır. Bunun yerine, kaliteyi ön plana alan, bir veya iki fakülteli ve 3–5 programlı üniversite hedefi daha gerçekçi olur. Özet olarak, vakıflar boylarından büyük işlere girişmemelidirler.
5.BÖLÜM
AKADEMİK ÖZERKLİK VE BİLİMSEL ÖZGÜRLÜK
Akademik özgürlük kişisel ve kurumsal diye ikiye ayrılabilir. Kişisel akademik özgürlük akademisyenlerin, baskı ve kınamaya maruz kalmadan konuşma ve yazma özgürlüğü anlamına gelir. Ancak bu özgürlüğün sınırlarını çağdaş yasa, yönetmelik ve müfredatta yer alan sorumluluklar belirler. Akademik özgürlük üniversitenin ruhudur. Akademik özgürlük yoksa cansız-ruhsuz bir üniversite var demektir. Üniversiteden ulus devletin ideolojik organı veya iktidardaki partinin akademik şubesi gibi davranması beklenmemeli. Bunun yerine üniversal bilgiyi üretip yayan, ekonominin motoru olan, çevreye ve çevrenin sorunlarına duyarlı, topluma hizmet eden ve milletin kültür mirasını gelecek nesillere aktaran ve tüm paydaşlara hesap veren bir yüce kurum olması istenmelidir. Akademik kadrolara ve yönetim görevlerine gelme ve gitmede temel belirleyici olarak ehliyet yerine sadece politik tercihlerin etken olması, üniversitenin ruhunu s.küp alma anlamına gelir. Kurumsal özgürlük karşılığı olarak üniversite özerkliğini ele almak daha doğru olur. Eldeki verilere göre, Türk üniversiteleri yeteri kadar özerk değildirler. Türkiye dâhil 14 ülkede üniversitelerin özerklik durumu Tablo 1’de görülmektedir.
Öneriler
1. Çıkarılacak yasa ve yönetmeliklerde akademik özerklik ile bilimsel özgürlüğe yer verilmeli ve bunlar hesap verebilirlikle dengelenmelidir.
2. Bir üniversitede a.Kimlerin öğretici olacağına, b.Nelerin öğretileceğine, c.Nasıl öğretileceğine, d. Kimlerin öğrenim göreceğine o üniversite karar verebilmelidir.
3. Üniversite açık tartışmalara imkân verecek ve akademisyenleri cezadan, politik baskılardan koruyacak ölçüde bir akademik özgürlüğe sahip olmalıdır.
4. Üniversitenin, uygulamaya koyduğu politikaların sorumluluğunu üstlenebilecek ölçüde kurumsal özerkliğe sahip olması gerekir.
5. Her üniversite aldığı kararları, yatırımları, uygulamaları ve başarısızlıkları konusunda hesap verebilmelidir. Hesap verebilirliğin yasal alt yapısı ayrıca düzenlenmelidir.
Devlet Üniversitelerinde Mütevelli Heyet Olmalı mı?
Mütevelli heyet benzeri yönetim kurulu, Avrupa’daki örnekler ve Türkiye’nin özel şartları göz önünde bulundurularak geniş olarak tartışılmalı ve uygun bir şekil benimsenmelidir. Türkiye’deki vakıf üniversitelerinden birinin kurucusu olan Latif Mutlu Cumhurbaşkanlığına yükseköğretimle ilgili bir rapor sunmuş ve devlet üniversitelerinin yönetimi için ABD’deki mütevelli heyet sistemini önermişti. Rapora göre üniversitenin bulunduğu şehirde vali başkanlığında, belediye başkanı, başsavcı, kıdemli hâkim, garnizon komutanı, ticaret ve sanayi odaları başkanı, şehrin vergi rekortmenleri, meslek kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir seçiciler kurulu oluşturulacak ve bu kurul 7 kişiden ibaret bir mütevelli heyetini seçecektir.
Söz konusu raporda ileri sürülen bu modelin ABD sistemi olduğu iddia ediliyor. Bu doğru değildir. Çünkü devlet üniversiteleri bütün toplumun malıdır. Şehirdeki birkaç seçkinin değil. ABD’nin bazı eyaletlerinde vali mütevelli heyetin belirlenmesinde önemli rol oynar. Ancak unutulmamalı ki orada eyalet sistemi var ve vali seçimle gelmektedir. Toplumun demokratik temsilcisidir. Bizde ise vali seçimle değil atamayla gelmektedir. Ayrıca Amerika’da eyaletten eyalete ve üniversiteden üniversiteye değişen durumlar vardır. Birçok eyalette mütevelli heyet eyalet valisi tarafından atanır. Bazı eyaletlerde ise halk seçer. Bazısında eyalet meclisi seçer. Mütevelli heyeti belirleyip atamanın daha başka şekillerine de rastlanır. ABD’nin 21 eyaletinde lisans öncesi diploma veren yükseköğretim kurumlarını (community college) yöneten mütevelli heyet seçmenlerin oylarıyla belirlenir. Oylama ya dar çerçevede, yani kolejin bulunduğu çevrede veya eyalet çapında olur. Eyaletlerden 11’inde üniversite mütevelli heyetini eyalet valisi atarken, 6’sında yerel eyalet meclisi
ve birinde de yerel okul kurulu atamayı yapar.
ABD’deki mütevelli heyetlerin yapısı ve seçimi ile Latif Mutlu’nun önerileri arasında bir benzerlik ve bir ilişki yoktur. Bu husus ABD’deki mütevelli heyetlerin yapısını özetleyen Gürüz tarafından şöyle özetlenmiştir: “Amerikan üniversitelerinin yönetim kurullarında o üniversitenin öğretim üyelerinin temsilcileri bulunmadığı gibi, toplumun herhangi bir kesiminin temsilcileri de bulunmaz. Bunun nedeni, Amerika’daki üniversitelerin yönetim kurullarının toplumdaki çatışma ve çelişkilerin yansıdığı platformlar haline dönüşmesini önlemektir. Bunun tek istisnası o üniversitenin mezunlarının bu kurullarda yer almasıdır…”
Yukarıdaki bilgiler Sayın Mutlu’nun ABD’deki sistemi ve o sistemin temel felsefesini tam olarak anlamadığını göstermektedir. Eğer bir seçkinler topluluğunun değil, bütün toplumun malı olan üniversitelerimizde mütevelli heyet olacaksa, bu heyeti toplumun gerçek temsilcileri belirlemelidir. Seçkinler değil. Diğer taraftan, mütevelli heyet üyeliği için yukarıda belirttiğimiz özellikler mutlaka aranmalıdır. Daha iyi bir yol bulununcaya kadar YÖK ve YÖK denetleme kurulunun hem sayı hem de kalite bakımından gerçek anlamda yeterli birer milli mütevelli heyet hüviyetini kazanmaları sağlanmalıdır.
Eyaletlerden meydana gelen Amerika’daki mütevelli heyet sistemini Türkiye’de veya başka bir ülkede aynen uygulamak oldukça zordur. Çünkü devlet yapıları ve yönetim felsefeleri tamamen farklıdır. Çok sayıda Avrupa ülkesinde, ABD’den alınan ilhamla üniversitelerde mütevelli heyet benzeri yönetim kurulu oluşturulmaktadır. Ancak heyet üyelerinin seçilmesi farklıdır. Daha önce belirtildiği gibi, Avusturya’da Üniversite Kurulu 5,7 veya 9 üyeden oluşur. Beş üyelik bir kurulda iki üyeyi hükümet, iki üyeyi üniversite çalışanları seçer; bir üyeyi de seçilen 4 üye anlaşarak belirler.
Danimarka’da rektör atamaya ve gerektiğinde işine son vermeye yetkili olan bir Üniversite Kurulu vardır. Üyelerinin yarıdan bir fazlası üniversite dışından atanır; diğerleri üniversite çalışanları ve öğrenciler arasından seçimle gelir. Kurul ilgili bakanının onayından geçtikten sonra kesinleşir. Bakan gerek gördüğünde kurulun görevine son verebilir. Bu kurul hükümet ile üniversite arasında bulunan, bakana hesap veren, günlük akademik işlemlerle doğrudan ilgilenmeyen üst yönetim birimidir.
‘Almanya ve Fransa’da rektör seçimi var, bizde niçin olmasın’ diyenlere hatırlatmak gerekir ki bu iki ülkede rektör seçimine sadece öğretim üyeleri katılmadığı gibi, bütün öğretim üyeleri de katılmaz. Toplam üniversite çalışanlarını ve öğrencileri temsil eden ve sayıları 40–50 kadar olan küçük bir seçici kurul rektör seçimine katılır. Ayrıca Almanya’da rektörün yanında, üniversitenin bütçesinden ve yatırımlarından sorumlu olan, hükümet tarafından atanan ve şansölye denen bir üst yönetici daha vardır. Diğer taraftan, hem Almanya, hem de Fransa’da üyelerinin çoğunluğu dışarıdan atamayla gelecek kurulların oluşturulması için çalışmalar ve tartışmalar sürdürülmektedir.
Mevcut rektör seçim sistemi en kısa süre içinde ve mutlaka terk edilmelidir. Rektör olmak için profesör olmanın dışında başka kıstaslar konmalıdır. Yaş, deneyim, profesörlükte 5 yılını doldurmuş olmak, son 4 yılda bir siyasi partiye üye veya siyasi partiden aday olmamış olmak gibi önemli kıstaslar getirilmelidir. Adayların yöneticilik eğitimi ve deneyimi ile akademik başarıları da tercih nedeni olmalıdır.
Özet olarak denebilir ki, Türk yükseköğretiminde üst yönetim, yani YÖK ve her üniversitenin yönetimi en kısa zamanda ve mutlaka yeniden yapılandırılmalıdır. Mütevelli heyet için pilot uygulama başlatılabilir. Tarafsız ve ehliyetli üyelerden oluşacak mütevelli heyetleri kurmak, başarılması son derecede zor bir iştir. Ancak, Yükseköğretim Kurumu ve mevcut rektör seçim-atama sistemi 21.yüzyılda varlıklarını sürdürmeye devam etmemelidir. Rektör atamalarında Cumhurbaşkanı devre dışı kalmak istiyorsa, yeniden yapılandırılacak YÖK, bir milli mütevelli heyet görevini yerine getirmeli ve rektörlük için başvuranlardan, aranan kıstaslara en uygununu doğrudan doğruya rektör olarak atamalıdır.
7. BÖLÜM
TOPLUMA HİZMET ALANINDA YENİDEN YAPILANMA
Topluma hizmet üniversitenin üçüncü misyonu olarak kabul edilir. Üniversite, akademik çevrelerin ihtiyaç ve beklentileri yanında, hükümetin sanayinin ve diğer sosyal kurumların beklentilerine de cevap vermek durumundadır. Üniversite pazarın ihtiyaçlarına duyarlı olmalı ve bilgi transferi konusunda kendisinden beklenen görevi aksatmadan yerine getirebilmelidir. Topluma ve çevreye hizmet çok boyutludur. Üniversite sağlık konusunda ve ihtiyaç duyulan diğer alanlarda hizmet sunma ve bilgilendirme yanında, toplumun yüksek değerlerinin, birlik ve beraberliğinin korunmasında ve hoşgörünün yaygınlaşmasında da görevli olduğunu unutmamalıdır. Temiz, sağlıklı ve huzurlu bir toplumu oluşturmada üniversite çok şey yapabilir.
Sağlık alanındaki reformlar ve tam gün uygulamaları toplumda genel olarak memnuniyetle karşılanmış, çok yararlı bulunmuş ve sağlık hizmetlerine ulaşmak, ileri ölçüde kolaylaşmıştır. Ancak, özel sağlık kuruluşlarının sayısında görülen patlamayla birlikte devlet bütçesinden sağlık harcamalarına ayrılan miktar, kompanse edilmesi mümkün olmayacak ölçüde artmıştır. Bu nedenle, ilaç fiyatlarında, tetkik ve tedavi için yapılan işlemlerin fiyatlarında ve hizmet alımlarında aşırı dalgalanmalar olmuş, maliyetine ve hatta maliyetinin altında ücretlendirmeyle çalışma zorunda bırakılan üniversite hastaneleri borç batağına saplanmıştır.
Tam gün uygulamaları sağlık personelinin ücretlerinde de dengesizliklere yol açmıştır. Üniversite hastanelerinde çalışan sağlık personeli ile Sağlık Bakanlığı hastanelerinde çalışan sağlık personeli arasında ücret farklılıkları ikinci bir huzursuzluk nedeni olmaya devam etmiştir.
Nihayet üniversiteye bağlı tıp fakültelerinde çalışan profesörlerin özel muayenehane açmaları kargaşa konusu olmuş ve mağduriyetlere yol açmıştır. Son uygulamalar, tıp fakültelerinden çok sayıda profesörün en az birer yıl ücretsiz izin alarak üniversite dışında kalmalarına ve tıp fakültelerinin akademik açıdan zayıflamasına yol açmıştır. Bu grubun büyük çoğunluğunu, alanlarında tanınmış cerrahlar oluşturmaktadır. Gerek tolum yararına olmayan bu sonuç, gerekse Sağlık Bakanlığının üniversite hastanelerini kendilerine bağlama isteği ve üniversite hastanelerini, ileri bir akademik kurum değil de herhangi bir hastane gibi görme eğilimi, üniversite özerkliği ile akademik özgürlüklerin tehdit altında olduğunu gösterir.
Öneriler
1. Üniversite tarafından sunulacak hizmetin kalitesi sürekli olarak artırılmalı, kalite kontrolüne önem verilmelidir.
2. Toplumun her kesimiyle yakın işbirliği kurulmalı ve hizmet alanları genişletilmelidir.
3. Kurumu ve kurumdaki tüm çalışanları yanlış uygulama, hatalı davranış ve adil olmayan kararlara karşı koruyacak açık ve şeffaf bir sistem geliştirilmeli.
4. Öğretim üyeleri ve öğrenciler toplumun her kesimini temsil edecek yapıda olmalı.
5. Eğitim-öğretim ilgili müfredat, üniversal bilimsel bilginin yanında sosyal problemleri de ihtiva etmelidir.
6. Terörizm, intihar aile sağlığı gibi sosyal konularda bilimsel araştırmalara özel önem verilmelidir.
7. Ülkeyi ve insanlığı ilgilendiren hassas konularda yol gösterici olmalı ve üniversitede çevreye açık tartışmalar yapılabilmelidir.
8. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği sadece ülkeler arasıyla sınırlı kalmayacak; programlar, bölümler, fakülteler ve üniversiteler arası hareketlilikte de önemli artışlar görülecektir. Üniversite bu eğilimlerin sosyal boyutuna hazır olmalıdır.
9. Sağlık Bakanlığı ile üniversiteler arasındaki, anlayış farkının ve anlaşmazlığın, her kesimi memnun edecek ve özellikle üniversite özerkliği ile akademik özgürlükleri zedelemeyecek biçimde çözülmesi gerekmektedir.
10. Türkiye’ye kıyasla daha az gelişmiş ülkelere, yükseköğretim alanında, diğer yardımların yanında entelektüel yardım yapılabilmesi konusunda da plan ve programlar yapılmalı ve kısa sürede hayata geçirilmelidir.
Üniversiteye Giriş Sistemi ve Yükseköğretimde Okullaşma
Üniversite sayısının artmasına ve ekonomik gelişmelere paralel olarak yükseköğretim görmek isteyenlerin sayısı artacaktır. Çağ nüfusunun daha fazla oranlarda yükseköğretim hakkını elde edebilmesi için gereken önlemler alınmalıdır. Avrupa Birliği ülkeleri 2020 yılı için 30–34 yaşındaki nüfusun % 40’ının yükseköğretim görmüş olmasını planlamışlardır (Bakınız Europe 2020). Türkiye, 18-26 yaşındaki nüfusun % 90’nın, 27-34 yaş grubunun ise % 50’sinin yükseköğretim görmesini yakın hedefler olarak belirlemelidir.
Yükseköğretimde herhangi bir bölüme veya programa giriş için yetenek esas olmalıdır. Meslek lisesinde okuyanların cezalandırıldığı bir sistem, girişte eşitlik ilkesini bozmakta ve İnsan hakları Evrensel Beyannamesini de ihlal etmekteydi. YÖK bu engeli şimdilik kaldırmıştır. İleride bu karardan geri dönme gibi bir hatanın yaşanmayacağını umut etmekteyiz.
Kalite Güvencesi, Kalite Kontrolü ve Standardizasyon
Üniversiteler sadece bilim için bilim yapan ve elitleri yetiştiren “fildişi kuleleri” olmaktan çıkmıştır. Artık üniversite, bilgi üretme ve üretilen bilgiyi yaymanın yanında, sanayinin ve demokratik toplumun ihtiyacı olan nitelikli işgücünü yetiştirmek, çıktılarıyla ilgili kalite güvencesi vermek, kamunun kıt kaynaklarını en verimli biçimde kullanmak, toplumun her kesimine hizmet sunmak, ekonomik kalkınma için girişimlerde bulunmak ve tüm faaliyetleri hakkında hesap vermek durumundadır.
Yükseköğretimin başarısı verdiği ürünle ölçülür. Bir üniversitenin ürünü, dünya bilimine yaptığı katkı, mezunlarının başarısı ve topluma sunulan hizmettir. Üniversitelerin veriminin temel göstergeleri şöyle sıralanabilir:
1. Mezun ettiği öğrencilerin kalitesi ve işlerindeki başarıları
2. Dünya bilimine yapmış olduğu katkı, yani ürettiği bilgi
3. Üretilen bilginin paraya dönüştürülmesi ve pazarlanması (patent)
4. Çevreye, millete ve dünya insanlığına sunduğu hizmet.
Öneriler
Yükseköğretimde kalite artışını sağlayacak temel unsurlar öğretici, öğrenci, müfredat, eğitim-öğretim metodu ile materyali ve diğer maddi-fiziki imkânlar diye sıralanabilir. Bütün bu unsurlarda iyileşme ve yenilenme olursa kalite yükselir. Kalite güvencesi ve kalite kontrolüyle ilgili diğer öneriler şöyle sıralanabilir:
1. Yüksek Öğretimde Kalite ve Standartlar Ajansı kurulabilmesi ve akreditasyon sistemlerinin hayata geçirilmesi için yasal alt yapı hazırlanmalıdır.
2. Türk yükseköğretiminde standartlar belirlenmeli ve değişen şartlara göre sürekli olarak yenilenmelidir.
3. Bir üniversitenin performansı belli aralıklarla ölçülmeli ve yükseköğretim kurumlarının yavaş yavaş performansa göre bütçe sistemine uyum yapmaları sağlanmalıdır.
4. Eğitim-öğretim, müfredat, araştırma ve topluma hizmet alanları için sürekli olarak mükemmeli arama kültür, istek ve çabası yaygınlaştırılmalıdır.
5. Zaman içinde, verimliliği ön plana alan işletme modeline uyum sağlanması için gereken önlemler alınmalıdır.
6. Üniversitelerdeki programlarda ve ders içeriklerinde, sanayi kesiminin ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak güncelleşme yapılmalıdır.
7. Akademisyen olacaklar için “ öğreticilerin eğitimi” diyebileceğimiz bir programı başarmaları istenmelidir.
8. Müfredata “Yüksek Öğretimde Yöneticilik Eğitimi” diyebileceğimiz bir program konmalı ve bu programı başarıyla tamamlamayanlar üst yönetici olmamalıdır.
8. BÖLÜM
ÜNİVERSİTE-OKUL İŞBİRLİĞİ
Bir ülkede ilk ve ortaöğretimdeki öğrencilerin fen bilgisi ile matematik ve sosyal bilgilerdeki başarısı, o ülkenin kalkınmışlık düzeyini belirleyen önemli etkenlerdendir. Öğrenci Seçme Sınavlarının (ÖSS), Liselere Giriş Sınavlarının ve uluslararası kuruluşların yapmış oldukları sınavların sonuçları okullarımızın okuma becerileri, fen bilgisi ve matematikte, yeteri kadar başarılı olmadıklarını göstermektedir. Başarısızlığın, hemen her kesimce bilinen birçok sebebi vardır. Bu konuda alınabilecek önlemlerden sadece birisi okul-üniversite işbirliğini sağlamaktır.
Okul-üniversite işbirliğinin diğer ülkelerdeki durumu, esasları, planlanması, uygulanması, taraftarları, taraftarlara düşen görevler belirlenmeli ve okul öğretmenlerine, okul öğrencilerine, üniversiteye, bilim çevrelerine, üniversite öğrencilerine ve tüm ulusa sayısız kazanç sağlayacak okul -üniversite işbirliği gerçekleştirilmelidir.
Okullarımızla ilgili olumsuz tablonun düzeltilmesi sadece Milli Eğitim Bakanlığının görevi değildir. Yüksek Öğretim Kurumu, üniversiteler, bilim adamları, işverenler, basın, kısacası toplumun her kesimi yarınlarımızın sigortası olan gençlerimizin daha iyi yetişmesi için işbirliği yapmalıdır. Bu konuda köklü bir reforma ve bir milli seferberliğe ihtiyaç vardır.
Türkiye’de kurumlar arası işbirliği ya hiç yok veya çok zayıftır. Her kurum daha dominant olmayı veya diğerlerinden izole olup başına buyruk yaşamayı sevmektedir. Hâlbuki bir ulusun tüm kurumları bir binanın tuğlaları veya daha iyi bir ifadeyle, bir vücudun hücreleri gibi olmalıdır. Karşılıklı yardımlaşan, uyum içinde çalışan ve kanserleşmeyen hücreler… Üniversiteler işlemekte oldukları ham maddeyi okullardan alırlar. Ham maddenin kalitesi önemli ölçüde ürünün kalitesini belirler. Daha verimli ve başarılı olmak isteyen bir üniversitenin, üniversite öncesi eğitim ve öğretimle ilgilenmemesi düşünülemez. Okul-üniversite işbirliği ve ortaklığı, sadece üniversiteye değil tüm taraflara paha biçilmez kazançlar sağlar.
Üniversitenin üç önemli görevinden birisi topluma hizmettir. Bu hizmetin belki de en önemli bölümü, okulların ve öğrencilerin daha başarılı olmalarını sağlamak, iyi yetişmiş iş gücü oluşmasını ve toplumda daha çok kimsenin matematik, fen, sosyal bilgiler ve sanat dallarında okur-yazar olmasını temin etmektir. Üniversite-okul işbirliği projenin ana hatları için Çağdaş Üniversite adlı kitabın 313–331.sayfalarına bakılabilir.
9. BÖLÜM
YENİ ANAYASA VE YÜKSEKÖĞRETİM
Yürürlükte olan Anayasada Yüksek Öğretimi ilgilendiren 3 ayrı madde vardır. Bunlar 130, 131 ve 132. maddelerdir. 130. Madde yükseköğretim kurumlarını, 131. Madde yükseköğretim üst kuruluşlarını (YÖK), 132. Madde ise Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumlarını ilgilendirmektedir.
Öneriler
1. Hem Avrupa Birliği ülkelerinin hem de OECD üyesi diğer bazı önemli ülkelerin anayasalarında YÖK benzeri bir kuruluş olmadığı gibi, rektör seçimi veya rektörün atamasıyla ilgili ifadeler de yoktur. Bu nedenle YÖK ve yükseköğretimle ilgili olan 130, 131.ve 132. maddeler anayasadan tamamen çıkarılmalıdır. YÖK üyelerinin ve rektörlerin seçilmelerine veya atanmalarına ait anayasada bir hüküm bulunmamalıdır.
2. Üniversiteler arasında ahengi ve uyumu sağlayacak YÖK benzeri bir ara kuruluşa ihtiyaç vardır. Hem bu ara kuruluşun hem de üniversite mütevelli heyeti (yönetim kurulu) üyelerinin yarıdan bir fazlasının yasama ve yürütme organları tarafından belirlenmesi beklenen bir şeydir. Ara kuruluşlar özerk ve tarafsız olmalı, üniversite ile hükümet arasında irtibatı sağlamalıdır. Halkın önünde hükümet ve parlamento ile kavga eden bir ara kurum tarafsızlığını ve fonksiyonunu yitirmiş demektir.
3. Üniversite özerkliği hakkında anayasada bir hüküm bulunmalıdır. En azından “üniversiteler yasalar çerçevesinde özerktirler” şeklinde genel bir ifade anayasada yer almalıdır. Yükseköğretim üst kuruluşlarının yapı, görev ve organizasyonu, çıkarılacak yeni “Yükseköğretim Yasası” ile diğer ilgili yasalarda tanımlanmalıdır. Bu yasalarda üniversite özerkliği ile sorumluluk ve hesap verebilirlik dengelenmelidir.
4. Yeni ve çağdaş bir yükseköğretim yasası acil olarak ve yeni anayasa çalışmalarının tamamlanması beklenmeden çıkarılmalıdır. Yükseköğretimin yönetim şekli, üst kuruluşlar, rektör seçimi, tarafsız-tampon kurumlar ve bunların teşekkül şekli anayasayla değil, yükseköğretim yasasıyla belirlenmelidir. Yükseköğretim sistemleri statik değil, sürekli değişimi-dönüşümü gerektiren dinamik yapılardır. Hâlbuki anayasalar, yasalara göre çok daha statiktir. Değiştirilmeleri zor ve zaman alıcıdır. Zaman yitirmeden değişim, gelişim ve uyum sağlanmak isteniyorsa yükseköğretimle ilgili detayları anayasadan tamamen çıkarmak gerekir.
5. Türk yükseköğretimini bekleyen en büyük tehlike, yeniden yapılacak anayasa ve yasalarda YÖK üyelerinin rektörler, rektörlerin de öğretim üyelerince seçilmesini öngörmektir. Dünya çapında üniversitelere sahip olmak, Dünya bilgi üretimine, milletimize yakışır ölçüde katkı sağlamak ve uluslararası yarışta daha fazla geri kalmamak için, her şeyden önce yükseköğretimin çağdaş bir yönetim biçimine kavuşturulması gerekir. Bu maksatla yapılması gereken önemli değişikliklerden birincisi, sırf tarihinden gelen eleştirileri önlemek amacıyla YÖK’ün adı değiştirilebilir. YÖK adı aynı da kalabilir. Ancak, hem teşekkül tarzını değiştirmek hem de görev ve yetkilerini azaltmak ve anayasada bu konuyla ilgili detaya yer vermemek gerekir. İkincisi de rektörün seçiminde ve atanmasında üniversitedeki tüm öğretim üyelerinin oylarına başvurmayı gerektiren yolları kapamaktır. İleri ülkelerin büyük çoğunluğunda ve bizde yeni kurulan üniversitelerde olduğu gibi diğer üniversitelerde de rektör, seçimle değil, atamayla gelmeli, atanmak IÇIN gereken asgari kıstaslar mutlaka bulunmalı ve rektör atamaları politize edilmemelidir. Bir rektör iktidar partisine mensup milletvekillerinin değil, milletin rektörü olmalıdır. Hemşeri rektör veya yandaş rektör peşinde koşmak yerine, birinci sınıf akademisyen ve yöneticilerin bulunması için gayret göstermek gerekir. Nihayet, bırakalım öğretim üyeleri bilgi üretsin ve bilgi öğretsinler; rektör seçimi için düşman kamplara bölünerek boş yere zaman öldürmesinler.
Bu rapor, Anadolu Eğitim ve Bilim Vakfı tarafından kurulan komisyon tarafından 2017 yılında hazırlanmıştır. Raporun tamamını PDF olarak indirebilirsiniz.
Komisyon:
Prof. Dr. Cafer MARANGOZ (Komisyon Başkanı)
Prof. Dr. Muhlis ÖZKAN
Prof. Dr. Halis ÖLMEZ
Toplam Okunma Sayısı : 696