AMAN DİKKAT!

AMAN DİKKAT!

‘TERÖRSÜZ TÜRKİYE’ SÖYLEMİ, BÖLGESEL DİNAMİKLER VE ULUSAL GÜVENLİĞE YÖNELİK ÇOK KATMANLI RİSK ANALİZİ

 

Giriş: Yeni Bir Kavşakta Türkiye'nin Güvenlik Paradigması

 

Türkiye, ulusal güvenliğini ve bölgesel etkinliğini derinden etkileyen, stratejik bir çelişkiler döneminden geçmektedir. Bir yanda, devletin en üst kademelerinden topluma yayılan güçlü bir ‘Terörsüz Türkiye’ söylemi, yarım asırdır süren terörle mücadelenin nihai zafere ulaştığı ve kalıcı bir barış döneminin başladığı algısını pekiştirmektedir. Bu iyimser anlatı, iç siyasette bir konsolidasyon aracı olarak kullanılırken, ekonomik refah vaatleriyle de desteklenmektedir. Diğer yanda ise, jeopolitik gerçeklikler bu söylemle keskin bir tezat oluşturmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), Türkiye’nin ulusal güvenlik tehdidi olarak tanımladığı PKK terör örgütünün Suriye kolu olan YPG/SDG’ye yönelik kurumsallaşmış askeri ve mali desteği artarak devam etmekte, 8 Aralık 2024 sonrası Suriye’de kurulan yeni yönetimin Kürt grupların özerklik taleplerine karşı belirsiz tutumu bölgede yeni bir çatışma dinamiğinin habercisi olmakta ve PKK/YPG terör örgütünün ‘silah bırakma’ iddiaları, stratejik bir aldatmacanın parçası olarak belirginleşmektedir.

 

Bu analiz, söz konusu paradoksu derinlemesine analiz etmeyi amaçlamaktadır. ‘Terörsüz Türkiye’ söyleminin siyasi mimarisini ortaya koyarken, bölgesel aktörlerin ve küresel güçlerin hamlelerini, bu anlatının test edildiği sahadaki gelişmelerle karşılaştırmaktadır. Söylem ile gerçeklik arasındaki makasın açılmasının, Türkiye için öngörülemeyen ve yönetilmesi güç ulusal güvenlik riskleri doğurabileceği tezi, bu analizin merkezinde yer almaktadır. Bu çalışma, mevcut güvenlik politikalarının ve varsayımlarının kritik bir ‘stres testi’ olarak okunmalıdır. Amaç, karar alıcı mekanizmaları, görünürdeki olumlu atmosferin ardında olgunlaşan çok katmanlı ve karmaşık tehditlere karşı yapıcı bir dille uyarmaktır.

 

Bölüm 1:

‘Terörsüz Türkiye’ Söyleminin Siyasi Arka Planı ve Sahadaki Gerçeklik Çatışması

 

‘Terörsüz Türkiye’ söylemi, son dönemde Türk siyasetinin merkezine yerleşmiş, çok katmanlı ve stratejik hedeflere hizmet eden bir iletişim mimarisidir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından formüle edilen ve Devlet Bahçeli tarafından ilk ve stratejik adımları atılan “Önce Terörsüz Türkiye, ardından Terörsüz Bölge” hedefi, bu söylemin temel direğini oluşturmaktadır. Bu hedef, sadece terörün fiziki olarak bitirilmesini değil, aynı zamanda şehitlerin hatırasına bir vefa borcunun ödenmesi ve milletin on yıllardır beklediği “tarihi müjde” olarak sunulmaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu hedefi artık bir “devlet politikası” olarak nitelemesi, söylemin siyasi meşruiyetini ve kararlılığını pekiştirmiştir.

 

Bu anlatının hedefleri çok yönlüdür. İlk olarak, iç siyasette bir politik konsolidasyon aracı işlevi görmektedir. Özellikle milliyetçi-muhafazakâr seçmen tabanını, bir zafer ve milli kurtuluş anlatısı etrafında birleştirmeyi amaçlamaktadır. İkinci olarak, kamuoyu yönetimi açısından kritik bir rol oynamaktadır. Terörle mücadelenin devam ettiği ve şehit haberlerinin geldiği bir ortamda, topluma umut aşılayarak ve nihai çözümün yakın olduğu mesajını vererek olası bir toplumsal yılgınlığın önüne geçmeyi hedeflemektedir. Rawest Araştırma Merkezi’nin Mayıs 2025 tarihli anketine göre, halkın %64,4’ünün yeni bir çözüm sürecini desteklemesi, bu tür bir beklentinin toplumda karşılık bulduğunu göstermektedir. Ancak bu desteğin iktidar ve muhalefet seçmeni arasında keskin bir şekilde kutuplaşması, söylemin daha çok mevcut iktidar bloğunun tabanında etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Üçüncü olarak, söylem ekonomik bir gerekçelendirme aracıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iş dünyasına yönelik “Terörsüz Türkiye, en çok Türkiye ekonomisini şaha kaldıracaktır” mesajı, terörün sona ermesinin ekonomik potansiyeli serbest bırakacağı vaadiyle, mevcut ekonomik zorluklara karşı bir gelecek perspektifi sunmaktadır.

 

Bu iyimser ve güçlü anlatı, devletin güvenlik bürokrasisi ile siyasi liderlik arasında tam bir uyum olduğu varsayımına dayanmaktadır. Ancak, sahadaki gelişmeler ve diyalog süreçlerindeki çelişkiler, bu varsayımı sorgulanır hale getirmektedir. Oluşturulan bu algı ile sahadaki gerçeklik arasındaki farkın büyümesi, bir “algı-gerçeklik makası” yaratmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından ciddi bir zafiyet potansiyeli taşımaktadır. Zira, barış beklentisine şartlandırılmış bir kamuoyu, yaşanacak büyük bir terör saldırısı veya hasım bir gücün stratejik hamlesi karşısında orantısız bir şok yaşayabilir. Bu şok, devlet kurumlarına olan güvende ani bir erozyona ve siyasi istikrarsızlığa yol açabilir ki bu, PKK ve destekçilerinin nihai stratejik hedeflerinden biridir.

 

Bölüm 2:

Silah Bırakma İddialarının Anatomisi: PKK ve PYD/YPG Arasındaki Stratejik Ayrışma

 

2.1. Kandil'den Süleymaniye'ye: Taktiksel Geri Çekilme Senaryosu

 

‘Terörsüz Türkiye’ söyleminin en somut ve en çok tartışılan vaadi, PKK terör örgütünün silah bırakacağı iddiasıdır. DEM Parti sözcüleri Ayşegül Doğan ve Ömer Faruk Gergerlioğlu tarafından yapılan açıklamalarda, PKK’nın 11 Temmuz 2025 tarihinde Irak’ın Süleymaniye kentinde bir törenle silah bırakacağı duyurulmuştur. DEM Parti eş genel başkanları ve milletvekillerinin de bu “tarihi ana tanıklık etmek” üzere Süleymaniye’de olacaklarını belirtmeleri, olayın siyasi önemini ve planlı doğasını vurgulamaktadır. Bu gelişme, teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın 26 yıl aradan sonra yayınlanan ve silahların tamamen devre dışı bırakılması çağrısını içeren video mesajının ardından gelmiştir.

 

Bu senaryonun detayları, olayın kapsamlı bir silahsızlanmadan ziyade, dikkatle planlanmış taktiksel bir manevra olduğunu düşündürmektedir. Tören için Süleymaniye şehrinin seçilmesi oldukça manidardır. Süleymaniye, Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) aksine, tarihsel olarak PKK ile daha karmaşık ve zaman zaman iş birliğine dayalı ilişkiler yürüten Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) etki alanındadır. Bu durum, törenin PKK’nın tamamen teslim olduğu bir süreçten çok, örgütün kontrolünde ve sembolik bir gösteri olacağına işaret etmektedir. Silah bırakma duyurusunun, Türkiye’deki yasal bir siyasi parti olan DEM Parti kanalıyla yapılması ise, terör örgütü ile siyasi uzantısı arasındaki organik bağı bir kez daha teyit etmekte ve bu sürece siyasi bir meşruiyet kazandırma çabasını ortaya koymaktadır.

 

2.2. "Çağrı Bize Değil": PYD/YPG'nin Stratejik Deklarasyonu

 

PKK’nın silah bırakma iddialarının stratejik bir aldatmaca olduğunu en net şekilde ortaya koyan gelişme, örgütün Suriye kolu olan PYD/YPG/SDG’den gelen açıklamadır. SDG’ye yakın kaynaklar tarafından yapılan ve son derece net ifadeler içeren deklarasyonda şu ifadeler kullanılmıştır: “Fakat silah bırakma çağrısı bize değil, PKK'ya yapıldı. Biz PKK değiliz... Bu karar bizi bağlamaz, Suriye'de güvenliğin sağlanmadığı bir ortamda kendimizi korumak için siyasi mücadele veriyoruz.”.

 

Bu açıklama, basit bir markalaşma veya isim değişikliği çabasının çok ötesinde, örgütün iki kanadı arasında resmi bir stratejik ayrışma beyanıdır. Bu deklarasyonla örgüt, Türkiye ve Irak’taki PKK varlığı ile Suriye’deki ABD destekli YPG/SDG varlığını birbirinden hukuken ve operasyonel olarak ayırmayı hedeflemektedir. Bu manevra, on yıllardır Türkiye’nin uluslararası topluma anlatmaya çalıştığı “PKK=YPG” denklemini kâğıt üzerinde geçersiz kılma amacı taşımaktadır.

 

Bu stratejik ayrışma, bir satranç oyununu andırmaktadır. Türkiye’nin Pençe serisi operasyonlarıyla Irak’ın kuzeyinde ağır baskı altına alınan, maliyeti yüksek ve uzun vadeli sürdürülebilirliği kalmayan PKK varlığı, feda edilen bir “piyon” olarak görülmektedir. Bu piyonun feda edilmesiyle korunmak istenen ise, Suriye’nin kuzeyinde toprak, petrol kaynakları, resmi(!) yönetim yapıları (AANES) ve en önemlisi ABD’nin doğrudan askeri ve mali desteğine sahip olan “vezir”, yani YPG/SDG proto-devlet yapısıdır.

 

Dolayısıyla, Türkiye’nin stratejik bir tuzağa çekilme ihtimali yüksektir. PKK’nın taktiksel ve sembolik bir “silah bırakma” törenini kabul ederek, Ankara farkında olmadan sınırında çok daha tehlikeli, ağır silahlı ve ABD tarafından kurumsallaştırılmış bir YPG/SDG varlığının kalıcılığını ve meşruiyetini tanıma riskiyle karşı karşıyadır. Bu, dağdaki terör tehdidinin, sınırda bir terör devleti tehdidine dönüşmesini kabullenmek anlamına gelebilir.

 

Bölüm 3:

8 Aralık Sonrası Suriye: Yeni Yönetim, Yeni Fırsatlar ve Yeni Tehditler

 

3.1. Ankara-Şam Yakınlaşması: Diplomatik ve Ekonomik Normalleşme

 

Suriye’de 8 Aralık 2024’te Baas rejiminin çöküşü, Türkiye-Suriye ilişkilerinde ve bölgesel güvenlik mimarisinde tektonik bir kırılma yaratmıştır. Esad rejiminin devrilmesi, Ankara ile Şam arasındaki en büyük ideolojik ve siyasi engeli ortadan kaldırmıştır. Bu yeni dönemde, iki başkent arasında hızla gelişen bir diplomatik ve ekonomik normalleşme süreci gözlemlenmektedir.

 

Aralık 2024’ten bu yana, Türk ve Suriyeli yetkililer arasında yoğun bir diplomatik trafik yaşanmıştır. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın Türkiye’ye yaptığı ziyaretler ve Türk Dışişleri Bakanı’nın Şam temasları, iki ülke arasında üst düzey bir siyasi diyalogun başladığını göstermektedir. Bu yakınlaşma, ekonomik alanda da somut adımlarla desteklenmektedir. Türkiye Ticaret Bakanlığı, eski rejim dönemindeki kısıtlamaları kaldırarak Suriye ile ticareti normalleştirmiş, ihracat, ithalat ve transit geçişlerdeki engelleri ortadan kaldırmıştır. Bu adımlar, iki ülke arasında ortak çıkarlara dayalı yeni bir dönemin kapısını aralamaktadır.  

 

Bu yakınlaşmanın temelinde, her iki ülkenin de paylaştığı hayati stratejik çıkarlar yatmaktadır. Bunlar; Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, ülkede istikrarın sağlanarak Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların gönüllü ve güvenli geri dönüşlerinin hızlandırılması ve en önemlisi, her iki ülkenin de ulusal güvenlik tehdidi olarak gördüğü Kürt ayrılıkçılığının önlenmesidir. Bu ortak zemin, Ankara’ya Suriye’deki güvenlik denklemini kendi lehine yeniden şekillendirme konusunda tarihi bir fırsat sunmaktadır.  

 

3.2. Şam'ın Kırmızı Çizgisi: Federalizmin Kesin Reddi

 

Ankara-Şam yakınlaşmasının stratejik önemini artıran en kritik faktör, Suriye’deki yeni yönetimin Kürt grupların siyasi taleplerine karşı takındığı tutumdur. Ahmed Şara liderliğindeki geçiş yönetimi, ülkenin yeniden inşası sürecinde merkezi otoriteyi tesis etmeyi ve toprak bütünlüğünü sağlamayı birincil öncelik olarak görmektedir. Bu çerçevede Şam, her türlü federalizm veya özerklik talebini kesin bir dille reddetmektedir. Suriye hükümet kaynaklarından yapılan açıklamalarda, “Tek Suriye, Tek Ordu, Tek Hükümet” ilkesine bağlılık vurgulanmakta ve her türlü bölünme veya federalleşme projesinin kategorik olarak reddedildiği belirtilmektedir.

 

Şam yönetimi, SDG güçlerinin Suriye ordusuna bireysel olarak entegre olmasını talep etmekte, özerk bir askeri blok olarak varlıklarını sürdürmelerine karşı çıkmaktadır. Bu pozisyon, Suriye’nin kuzeyinde ABD desteğiyle fiili bir özerk yönetim kuran ve nihai hedefi federal bir statü olan Kürt gruplarla Şam’ı doğrudan bir çatışma rotasına sokmaktadır. Kürt gruplar, yeni yönetimi Suriye’nin çoğulcu yapısını göz ardı etmekle eleştirirken, Şam ise bu talepleri “ayrılıkçı projeler” ve “dış gündemlere” hizmet etmek olarak görmektedir.

 

Bu durum, bölgede kaçınılmaz bir jeopolitik yeniden hizalanmayı beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin Suriye’deki birincil ulusal güvenlik hedefi, sınırında bir Kürt devletçiğinin kurulmasını engellemektir. Yeni Suriye yönetiminin birincil hedefi ise, ülke toprakları üzerinde egemenliği yeniden tesis etmek ve parçalanmayı önlemektir. YPG/SDG’nin birincil hedefi ise, ABD’nin askeri ve siyasi desteğiyle elde ettiği özerk statüyü korumak ve kalıcı hale getirmektir. Bu üç hedefin birbiriyle bağdaşması imkansızdır. Şam ve YPG/SDG’nin pozisyonları taban tabana zıttır ve uzlaşmazdır. Bu durum, Ankara ve Şam arasında YPG/SDG’ye karşı ortak hareket etmeye yönelik güçlü, organik ve stratejik bir çıkar birliği yaratmaktadır. Dolayısıyla, iki ülke arasında YPG/SDG varlığını ortadan kaldırmaya yönelik resmi veya gayriresmi bir güvenlik ittifakı artık bir ihtimal değil, jeopolitik bir zorunluluk haline gelmektedir.

 

Tam da soru işaretli zaman dilimi burada başlamaktadır. Zira olası bir restleşmede Suriye yönetiminin müdahale güç ve imkanı bulunmamaktadır. Zaten Şara’nın resmi tutuma rağmen çekinceli duruşu ve bir adım atmayışı bunu göstermektedir. ABD ve diğer ilgili güçlerin baskı ve oyunları ile YPG/SDG ile Şara yönetimi başbaşa bırakılır ve Türkiye aradan çekilirse işte o an büyük ateşin yakılacağı an olacaktır.

 

Bölüm 4:

ABD ve İsrail'in Bölgesel Satrancı: ‘Suriye Kürdistanı’ Projesi ve Silah Akışı

 

4.1. Pentagon'un Bütçesi: SDG'ye Kurumsal Destek

 

Türkiye’nin ‘Terörsüz Türkiye’ söylemiyle en açık şekilde çelişen ve Ankara-Şam yakınlaşmasının önündeki en büyük engeli teşkil eden faktör, ABD’nin Suriye’deki YPG/SDG varlığına yönelik değişmeyen ve kurumsallaşan desteğidir. Bu destek, sadece retorik düzeyde kalmamakta, Pentagon bütçesine somut rakamlarla yansımaktadır. ABD Savunma Bakanlığı’nın 2026 Mali Yılı bütçesinde, Suriye’deki “IŞİD’le Mücadele Eğitim ve Donatım Fonu (CTEF)” kapsamında 130 milyon dolarlık bir kaynak ayrılmıştır. Bu fonun ezici çoğunluğu, omurgasını YPG’nin oluşturduğu SDG’ye yöneliktir.

 

Bu bütçenin gerekçesi resmi olarak “IŞİD’le mücadele” olarak gösterilse de, fonun kalemleri incelendiğinde asıl amacın taktiksel bir terörle mücadele ortaklığından ziyade, uzun vadeli bir devlet inşası projesi olduğu açıkça görülmektedir.

 

ABD'nin SDG'ye Yönelik 2026 Mali Yılı Bütçe Tahsisatı ve İçeriği (130 Milyon Dolar)

 

Maaşlar ve teşvikler için ayrılan 65 milyon dolar, SDG'yi profesyonel, maaşlı bir ordu haline getirerek Şam'a değil, maaşı ödeyen ABD'ye sadakat oluşturur. Eğitim ve donatım için ayrılan 15.6 milyon dolar, doğrudan öldürücü silah yardımı sağlayarak, savaş kabiliyetini artırır. Lojistik ve idame için ayrılan  milyon dolar, modern bir askeri gücün bel kemiğini inşa ederek, operasyonel devamlılığını ve direncini sağlar. Gözaltı Merkezi için ayrılan 1.55 milyon dolar ise ABD/SDG'ye, uluslararası toplum üzerinde kilit bir koz olan "IŞİD mahkumları" kartını kontrol etme imkanı verir.

 

Bu tablo, ABD’nin Türkiye sınırında maaşlı, teçhizatlı ve profesyonel bir vekil orduyu finanse ettiğini ve bunun altyapısını kurduğunu reddedilemez bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu politika, Türkiye’nin ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit oluşturmakta ve bölgede kalıcı bir istikrarsızlık kaynağı yaratmaktadır. ABD, bu adımlarıyla tarafsız bir aktör değil, Türkiye ve Suriye’nin ortak tehdit olarak gördüğü bir yapının hamisi ve kurucusu konumundadır.

 

4.2. Silah Koridoru: Irak'tan Suriye'ye Kesintisiz Akış

 

YPG/SDG’nin askeri kapasitesini besleyen tek kaynak, resmi ABD yardımları değildir. Irak-Suriye sınırı, on yıllardır bölgedeki silahlı gruplar için bir lojistik can damarı işlevi görmüştür. Tarihsel veriler, Simelka gibi sınır kapılarının ABD’nin YPG/PKK’ya yönelik sevkiyatları için kilit bir güzergah olduğunu göstermektedir. Irak’a on yıllardır yapılan sorumsuz silah transferleri, ülkede kontrolü zayıf devasa bir silah stoku yaratmıştır ve bu silahların önemli bir kısmı Suriye’deki çatışma alanlarına sızmıştır. İran’ın da kendi vekil güçlerini beslemek için bu koridoru kullandığı bilinmektedir.  

 

Bu sınır hattı, geçirgenliğini korumaktadır. Resmi ABD tedarik hatları ile Irak’taki istikrarsız stoklardan beslenen devasa silah karaborsasının birleşimi, YPG/SDG’nin herhangi bir “silah bırakma” töreninden bağımsız olarak asla silahsız kalmayacağını garanti etmektedir. Bu koridor, Suriye’deki Kürt yapılanmasının lojistik hayat damarıdır ve bu damar kesilmediği sürece, bölgedeki askeri tehdit varlığını sürdürecektir.

 

4.3. Jeopolitik Proje: İsrail'in Bölünmüş Suriye Stratejisi

 

Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletçiğinin kurulması, sadece Kürt milliyetçilerinin bir rüyası değil, aynı zamanda bölgedeki kilit dış aktörlerin de stratejik bir hedefidir. Bu aktörlerin başında İsrail gelmektedir. İsrail, tarihsel olarak hasım Arap devletlerini dengelemek amacıyla “çevre doktrini” çerçevesinde bölgedeki Kürt ayrılıkçı hareketlerini desteklemiştir.  

 

Esad sonrası dönemde İsrailli yetkililer, Suriye’deki Kürtler ve Dürziler gibi azınlıkları, Suriye’nin toprak bütünlüğünü zayıflatacak ve sınırında güçlü, birleşik bir devletin ortaya çıkmasını engelleyecek araçlar olarak gördüklerini açıkça ifade etmişlerdir. Tel Aviv’in perspektifinden, özellikle Türkiye ile müttefik istikrarlı ve birleşik bir Suriye, stratejik bir olumsuzluktur. Buna karşılık, kuzeydoğuda ABD ile müttefik, Arap olmayan ve otonom bir Kürt varlığına sahip parçalanmış bir Suriye, İsrail’in birden fazla çıkarına hizmet etmektedir: Bu yapı bir tampon bölge işlevi görür, Arap/İslamcı bir cephenin oluşmasını engeller, Türkiye, Suriye ve İran gibi bölgesel rakiplerin kaynaklarını tüketir ve dost bir istihbarat ve operasyon ortağı sağlar. Dolayısıyla, “Suriye Kürdistanı” projesi, sadece bir etnik talep değil, aynı zamanda ABD ve İsrail gibi dış aktörlerin bölgesel satranç oyununda önemli bir hamlesidir.

 

Bölüm 5:

Devlet İçindeki Çatlaklar ve İdeolojik Zafiyetler: Gözden Kaçan İç Tehditler

 

Türkiye’nin terörle mücadelesini ve ulusal güvenliğini tehdit eden riskler sadece dış kaynaklı değildir. Devlet yapısı içinde gözlemlenen politika tutarsızlıkları ve ideolojik zafiyetler, en az dış tehditler kadar tehlikeli ve hasım aktörler tarafından istismar edilmeye açık alanlar yaratmaktadır.

 

5.1. Politika İkilemi: Sert Güvenlik ve Siyasi Diyalog Arasındaki Uçurum

 

Türkiye Cumhuriyeti tarihi, Kürtçülük meselesine yönelik farklı yaklaşımların devlet içinde çatıştığı dönemlerle doludur. Adnan Menderes’in Demokrat Parti döneminde soruna daha çok imar ve kalkınma odaklı yaklaşımı veya Turgut Özal’ın askeri çözümün yetersizliğini görerek siyasi diyalog arayışları, bu tarihsel gelgitlerin örnekleridir. AK Parti hükümetlerinin iktidar döneminde de “Demokratik Açılım” gibi süreçlerden, 2015 sonrası şekillenen haklı güvenlikçi politikalara keskin bir geçiş yaşanmış olması aynı gelgitlerin devamıdır.

 

Bu politika gelgitleri, devletin tek bir strateji etrafında bütünleşemediği algısını yaratarak hasımlar tarafından bir zafiyet olarak okunabilir. Güvenlik bürokrasisinin sertlik yanlısı tavrıyla siyasi iradenin diyalog arayışları arasındaki bu makas, hem iç cephede kafa karışıklığına yol açmakta hem de terör örgütüne manevra alanı ve meşruiyet arayışı için fırsatlar sunmaktadır.

 

5.2. İdeolojik Zafiyet: Siyasal ve Toplumsal Gerilimler

 

12 Eylül öncesi siyasal çatışma alanlarının bir kısmının hala devam etmesi, (sağ-sol çatışması), 50+1 sistemi ile Cumhur İttifakı ve Millet Cephesi şeklindeki yeni siyasal cepheleşme, en basit ahlaki olayların ve adli vakaların bile siyasallaşma kurban edilmesi, mevcut siyasi hareketlerin bir ekol (okul) olmaktan uzaklaşıp güncel gelişmeler angaje ve maniple edilebilir yapıya bürünmesi bir ideolojik zaafiyet olarak ortada durmaktadır. En basit siyasal ve kültürel kavramların bile bireysel algı çeşitliliği ile çatışma konusu yapılması en derin paradokslarımızdan biri haline geldi. Yaygın yolsuzluk iddiaları ve bu konudaki adli süreçlerin şeffaf bir şekilde yürütülmediği algısı, halkın devlete ve adalet sistemine olan güvenini temelden sarsmakta. Bu güven erozyonu, devletin terörle mücadele veya ulusal güvenlik konularında atacağı adımlara yönelik kamuoyu desteğini de etkileyebilmekte. Dış aktörler, bu yolsuzluk iddialarını uluslararası platformlarda kullanarak hükümeti baskı altına alabilir ve iç kamuoyunu manipüle edebilir.

 

Ekonomik kriz, sosyal adaletsizlik ve siyasi kutuplaşmanın derinleştiği bir ortamda, muhalefetin kitleleri sokağa çağırma potansiyeli bir riske dönüşebilir. Meşru demokratik protesto hakkı ile ülkeyi kaosa sürükleme potansiyeli taşıyan eylemler arasındaki çizgi oldukça incedir. Dış odaklar, sosyal medya ve dezenformasyon araçlarıyla bu tür toplumsal hareketleri kışkırtarak veya provoke ederek ülkenin enerjisini içeriye yöneltebilir ve dış politikada elini zayıflatabilir.

 

İyi niyetli bir söylem olmakla birlikte "Ümmet kardeşliği" olgusu, bazı çevreler tarafından Kürt milliyetçiliğini meşrulaştırmak için kullanılabilmektedir. "Ne olacak sanki, Kürtlerin de bir devleti olsun, onlar da Müslüman kardeşimiz" şeklindeki yaklaşımlar, özellikle İslami hassasiyetleri yüksek olan idareciler ve toplum kesimleri nezdinde etki yaratarak, devletin bekasına yönelik tehditlerin hafife alınmasına neden olabilir. Bu durum, milli güvenlik perspektifinin zayıflamasına ve "duygusal" kararlar alınmasına zemin hazırlayabilir.

 

Bu ideolojik zafiyet, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün sorgulanamazlığı ilkesi konusundaki milli mutabakatı içeriden aşındırabilir, tehlikeli tavizlerin verilmesine zemin hazırlayabilir ve devletin direncini zayıflatabilir.  

 

5.3. Dış Aktörlerin Nüfuzu ve İç Cepheyi Zayıflatma Potansiyeli

 

Türkiye’nin içindeki bu politika çatlakları ve ideolojik zafiyetler, dış aktörler için bulunmaz birer fırsat sunmaktadır. Suriye’de kalıcı bir Kürt yapılanması görmek isteyen veya Türkiye’nin zayıflamasını ve parçalanmasını arzulayan ABD, İsrail gibi devletler veya rakip bölgesel güçler, bu iç fay hatlarını harekete geçirmek için her türlü aracı kullanma potansiyeline sahiptir.  

 

Türkiye, yoğun bir enformasyon savaşı ve itibar suikastı operasyonu altındadır. Sosyal medya trolleri, dezenformasyon ağları ve bazen de mizah ve karikatür gibi masum görünen araçlar, devletin kurumlarını ve liderlerini itibarsızlaştırmak, toplumsal grupları birbirine düşürmek ve bir "iç savaş" veya "kaos" havası yaratmak için kullanılmaktadır. "Karikatür operasyonları" bile, toplumun gerçeklik algısını bozarak iç cepheyi en zayıf anında yakalamayı hedefler.

 

"Terörsüz Türkiye" söylemiyle iç kamuoyu pasifize edilirken, Suriye'de ABD himayesinde, ordusu ve anayasal statüsü olan özerk bir Kürt yapısı kurulması riski, Türkiye’nin güney sınırında fiili bir devletle komşu haline gelmesini beraberinde getirir. İçerideki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar dış müdahalelerle körüklenerek ve Türkiye'nin bu duruma müdahale etme kapasitesi kısıtlanarak, Türkiye için orta ve uzun vadede en büyük beka tehdidi oluşturulabilir. Bu durum ‘zamanı gelince onun da çaresine bakarız’ yaklaşımıyla bertaraf edilebilecek bir tehlike değildir.

 

Suriye'de böyle fiili bir durum oluşmasa bile bölge, düşük yoğunluklu bir çatışma ve istikrarsızlık alanı olmaya devam ederse Türkiye, sınır ötesi operasyonlarla tehdidi belirli bir seviyede tutmaya çalışır ancak kalıcı bir çözüm üretemez. İç politikadaki gerilimler ve ekonomik sorunlar buna eklenince Türkiye'nin manevra alanını daralır.

 

Sonuç ve Stratejik Uyarı: AMAN DİKKAT

 

Bu analizin ortaya koyduğu bulgular, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin kritik bir eşikte olduğunu göstermektedir. "Tarih, zafer sarhoşluğuyla atılan yanlış adımların büyük felaketlere yol açtığı örneklerle doludur." Devletimiz, terörün kökünü kazımak için kararlı bir mücadele vermektedir ve bu mücadelenin başarısı hepimizin ortak arzusudur. Ancak bu iyimserlik, stratejik körlüğe dönüşmemelidir. Devlet aklını, iyi niyetli bir uyarıda bulunmak milli bir görevdir. Devletin en üst düzey karar alıcı mekanizmalarının dikkatine sunulması gereken temel sonuçlar şunlardır:

 

1. Söylem ve Gerçeklik Uçurumu: ‘Terörsüz Türkiye’ söylemi, sahadaki sert güvenlik gerçekleriyle tehlikeli bir şekilde uyumsuz, yüksek riskli bir siyasi iletişim stratejisidir. Bu durum, toplumu olası şoklara karşı hazırlıksız bırakmaktadır.

 

2. Stratejik Aldatmaca: PKK’nın ilan edilen “silah bırakma” süreci, büyük olasılıkla, Türkiye’nin dikkatini dağıtmak ve Suriye’de ABD destekli, çok daha tehlikeli bir YPG/SDG proto-devlet yapısını meşrulaştırıp korumak için tasarlanmış stratejik bir aldatmacadır. Bu durum Abdullah Öcalan’ın söylemlerinin samimiyet ya da samimiyetsizliği ile ilgili değildir. Terör örgütünün vekalet yapısı ve uluslararası niteliği ile ilgilidir. Mevcut terör örgütü unsurları doğrudan Abdullah Öcalan’ın etki alanında bulunmamaktadır. Devlet elbette bunun farkındadır. Ve Abdullah Öcalan’ın çağrısı önemlidir. Ancak sürece zarar verir (!) endişesi ile gelişecek tavizkar yaklaşımlar güvenliği geri dönülmez tehlikele atacaktır. "Federalizme karşıyız" diyenlerin, ABD masasında federalizmin fiili altyapısını kuranlarla müzakere ettiğini unutmayalım. Güven vermeyen, belirsiz ve her an pozisyon değiştirebilecek bir Şam yönetimiyle girilen her diyalog, güney sınırımızda bir "devletçik" kurulmasına hizmet etme riski taşıyabilir.

 

3.  Kaçınılmaz Yakınlaşma: Ankara ile Şam’daki yeni yönetim arasında, YPG/SDG tehdidine karşı ortak bir çıkar temelinde güçlü bir stratejik yakınlaşma olmak zorundadır. Bu, bölgedeki denklemi yeniden şekillendirecek en önemli dinamiktir. Suriye’de olması gereken bütünleşik ve güvenli yapı sağlanmadan Türk askerinin bölgeden ayrılması ya da gevşeklik göstermesi Hendek Sendromunu tekrar ve daha yaralayıcı şekilde yaşamamıza yol açacaktır.

 

4. ABD’nin Rolü: Amerika Birleşik Devletleri, bölgede tarafsız bir aktör değildir. Pentagon bütçesiyle kurumsallaştırılan destek, ABD’nin Türkiye sınırında bir Kürt askeri-siyasi yapısı inşa etme projesine aktif olarak katıldığının reddedilemez kanıtıdır. Türkiye’nin bu yapıya boyun eğmesi BOP iddialarının gerçekliği ve Türkiye’nin bu projenin etkin bir uygulayıcısı olduğu söylemlerini güçlendirecektir.

 

5.  İç Tehditler: En sinsi tehditler içeriden kaynaklanmaktadır. İç cephemiz, en az sınırlarımız kadar önemlidir. Yolsuzluk iddialarıyla sarsılan adalet duygusu, ekonomik krizle bunalan halkın sabrı, muhalefetin tepkisini kaosa çevirmek isteyen dış kışkırtmalar ve sosyal medyada yürütülen "algı operasyonları" ile yayılan güvensizlik, kalemizi içten çökertme potansiyeli taşır. Devletin bekası, duygusal yaklaşımlarla değil, binlerce yıllık devlet geleneğimizin ürünü olan rasyonel, uyanık ve kararlı bir akılla korunur.

 

Bu tespitler ışığında, Türkiye’nin stratejik duruşunda temel bir zihniyet değişikliğine gitmesi elzemdir. Bu bir politika reçetesi değil, bir varoluşsal duruş çağrısıdır:

 

·  Uyanıklık: Stratejik aldatmacalara ve erken zafer anlatılarına karşı azami düzeyde teyakkuz halinde olunmalıdır. İyimserlik, gerçekçiliğin önüne geçmemelidir.

 

·  Kararlılık: Türk devletinin bölünmez bütünlüğünün, her türlü taktiksel diyalog veya ideolojik çekiciliğin üzerinde, pazarlık edilemez nihai ilke olduğu yeniden teyit edilmelidir. Devlet, karşısındaki tehdidi artık sadece dağdaki bir isyan olarak değil, bir süper güç tarafından desteklenen sofistike bir devletleşme projesi olarak görmeli ve mücadelesini bu yeni ve daha tehlikeli forma göre şekillendirmelidir.

 

·  Tutarlılık: Güvenlik politikası ile siyasi söylem arasında mutlak bir tutarlılık sağlanmalıdır. Belirsizlik, muğlaklık ve çelişki, hasımlar tarafından istismar edilecek zafiyetlerdir.

 

Bu rapordaki tereddüt ve uyarılar en son ‘açılım süreci’nde yaşanan sayısız kötü deneyimlerin doğal bir tezahürüdür. Umudumuz ve talebimiz elbette ‘Terörsüz Türkiye’ sürecinin eksiksiz yaşanmasıdır. Ancak kadim düşmanın ezeli / ebedi kararlılığı, bu samimi umudun ve tarihsel kardeşliğe olan inancımızın hep diken üstünde olmasına sebep olmaktadır. Devlet içindeki ihanet şebekelerinin ve vizyonsuz bakış açılarının varlığı milletimizi her an ‘aldatılma’ korkusuyla düşünmeye sevk etmektedir. Her şeye rağmen Milletimizin büyüklüğüne ve devletimizin ferasetine olan inancımız tamdır.

Toplam Okunma Sayısı : 336